1. BÖLÜM: ZAMAN KAVRAMI



"Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde akıl sâhiplerine şüphesiz deliller vardır"
Âl-i İmrân Sûresi 190. âyet-i celîle meâli.

1. Giriş
--------
Hepimiz iyi bir hayat yaşamak arzu ederiz. Muvaffak olmak ve mutlu yaşamak isteriz. Mükemmel bir baba, ana, iyi bir eş, iyi bir evlât olmak isteriz. Başarılı bir işadamı, hayırsever bir vatandaş, ardında eserler bırakan bir sanatkâr, fikir adamı, Nobel kazanan bir yazar, büyük devlet adamı, yıldız bir sporcu, vb olmak isteriz. Ama bu kendiliğinden gerçekleşmez. İyi, başarılı, mutlu, mükemmel diye tarif ettiğimiz sonucu gerçekleştirmek kendi sorumluğumuz altındadır.
Durup geriye baktığımızda, hayatımızın yaşanıp GEÇMİŞ artı ve eksileri, ŞİMDİ yapmakta ve yaşamakta olduğumuz artı ve eksileri bulunduğunu düşünürüz. Bir de henüz yaşamadığımız ve ne kadar süreceğini bilmediğimiz bir GELECEK vardır. Geleceğin de artı ve eksileri olacaktır. Basit hesapla artılar eksilerden fazla olduğunda mutlu, eksiler fazla olduğunda mutsuz oluruz. Mutlu, değerli, başarılı bir hayat, en sonunda toplam çizgisi çekildiğinde, müspet bakiye - büyük bir artı - veren hayattır. Mutlu ve başarılı olmayı hayatımızın sonunda anlamak yerine, "şimdi" yapmakta olduğumuzun farkında olarak, şimdileri artı yaparak, genel toplamını da artı yapmak ve hazzımızı, doyumumuzu sürekli kılmak büyük ölçüde elimizdedir.
Mutlu olmak için artı olarak değerlendirdiğimiz eylemleri yapmaya yöneliriz. Meselâ sağlıklı yaşamanın kurallarını öğrenir, uygularız. Zengin olmak için çalışırız, bilerek yaşamak için tahsil yaparız, rahat etmek için mal mülk ediniriz, eğlenceli yaşamak için hobilerimiz olur... Başkalarına; ailemize, dostlarımıza, milletimize, tüm insanlığa yararlı olmak, hizmet etmek ve böylece dünya tarlasına artılar ekmek isteriz. Bunlar hepimizin arzûsudur. Bunları gerçekleştirebilmek için hepimizin eşit ölçeklerle kullandığımız, ama farklı netîceler aldığımız bir servetimiz var. Bu bütün insanlarla aramızda kıyâmete kadar sürecek öyle bir müşterektir ki, kimse bu serveti reddedemez, onsuz olamaz. Bu servet zamanımızdır. Ve zaman serveti dünyada herkese hakça, demokratik olarak bahşedilmiştir.
Zamandan çok kimseler bahsetti, düşünürler onu yorumladı, herkes onu kullandı, kullanıyor ve kullanacak. Onunla yaşayacak... Saniye, dakika, saat, gün, hafta, ay ve yıl gibi birimlerle ölçtüğümüz zaman acaba herkes için  düz bir çizgi  hâlinde aynı süreleri mi ifâde ediyor? Zamanın yoğunluğu veya derinliği diye bir şey var mıdır? Zamanın duyu organlarımızın algılama hassasiyeti ile boyutları değişiyor mu? İlimle, zihnî faaliyet ile bir ilgisi var mıdır? Bir âlimin, sofînin, kâşifin günü ile, beden işçisininki aynı şey midir? Değişik rûh hâllerinde aynı zaman derinliğini mi yaşarız. Telâş ve sükûnet ortamında zamanın özelliği aynı mı olmaktadır? Sağlıklı bir kimsenin zaman değeri ile, ıstırap içindeki bir kimseninki aynı mıdır? Hız ve zaman arasında nasıl bir ilişki vardır? Uzayın sonsuz bucaklarında aynı kurallara mı bağlıdır?
Biyolojik zaman ile, saatin ölçtüğü mekânik zaman aynı mıdır? Duygu yükünün ve rûh hâlinin zaman tartısı(derunî zaman) nedir?

2. Zamanın Keşfi
----------------
Keşifler ve Buluşlar kitabını hazırlayan Boorstin(1994, s.1) hacimli eserine şu ifadelerle başlıyor: "Kitaba deneyimin ilkel boyutları arasında en esrarlı ve anlaşılması en güç olan zaman ile başladım. Tüm çağların en büyük buluşu, tecrübenin peyzajı olarak zamandır. Ancak ayların, haftaların, yılların, günlerin, saatlerin, dakikaların, saniyelerin bulunması ile insanlık doğanın kısırdöngüsünden kendini kurtarabilmiştir. Zamanın ve uzayın bulunması tek bir sürekli boyut niteliğindedir. Ancak zamanın bilincinde olan toplumlar bilgi toplumu olabilmişler, buluşlarını paylaşmayı ve bilinmeyen karşısında bir ortak sınır çizgisi koymayı becerebilmişlerdir".
• Uzay(mekân)ve Zaman Birlikte anlaşılabilir
Zaman ve mekân iç içe girmiş durumdadır; zaman kavramı olmaksızın mekânı, mekân kavramı olmadan da zamanı anlayamayız. Büyük Patlamadan(Big Bang) bu yana on beş milyar yıl geçmiş olduğu söyleniyor(Sagan, 1997, s. 283).  Bu patlamanın çıkardığı madde ve enerjinin yayılmasından sonra bilemediğimiz çağlar boyunca Kozmos şekilsizdi. Ne galaksiler, ne gezegenler, ne de hayat vardı. Her taraf koyu, aşılmaz bir karanlığa gömülmüştü, hidrojen atomları da boşluktaydı. Kâh orada, kâh burada giderek yoğunlaşan gaz birikintileri fark edilemeyecek şekilde yığılıyordu. Madde küreleri yoğunlaşıyor, yağmur biçimindeki hidrojen damlaları güneşlerden daha büyük kütleler oluşturuyordu.
Bilim adamları bugün birkaç yüz milyar yıldızın bulunduğu bir galakside yaşadığımızı söylüyor. Üstelik kâinatta böyle birkaç yüz milyar galaksi daha varmış. Yani yalnız bizim galaksimizde bile birkaç yüz milyar güneş daha var. Bunların çevresinde dönen gezegenleri de var! Şu büyüklüğü bir düşünün. Yıldızlar arasındaki mesafe o kadar büyüktür ki, yetmiş beş ışık yılı gibi uzaklıklar astronomi alanında çok küçük kalmaktadır. Güneş'ten Samanyolu'nun merkezine olan mesafe 30.000 ışık yılıdır. Bizim galaksimizdeki yıldızların, Samanyolu ekseni çevresinde bir dönüşünü tamamlaması birkaç yüz milyon senede oluyor. Yerküremiz ve Samanyolu'ndan önce oluşan yıldızları görüyoruz. Bu kadar uzaklıktaki yıldızları görmemizin sebebi, bu ışıkların yer küremizin oluşmasından önce yola çıkmış olmasındandır. Bu gördüğümüz ise aslında bu yıldızların şimdiki görüntüsü değil, ışık dalgasının saniyede 300 bin km. hızla seyrederek, milyonlarca yıl sonra bize ulaşan o zamanki görüntüsüdür. Şimdi gördüğümüz birçok yıldızın gerçek konumu çok değişiktir. Bâzıları ise artık yoktur.
Bu durum yalnızca yıldızlara mahsus değildir. Bir odanın içinde üç metre ötedeki bir arkadaşımıza bakıyorsak, bu arkadaşımızı "şu andaki" hâliyle görüyor değiliz. Saniyenin yüz milyonda birine eşzaman önceki durumunu görüyoruz. Işık hızının 300.000.000 m/saniye(matematik olarak 3x108 m/saniye) olduğunu dikkate alarak, bunu şöyle hesaplarız:
3m / 3x108 m/saniye = 1/108 saniye = 10-8

Yaptığımız şey, uzaklığı hıza bölüp, arada geçen zamanı bulmaktan ibârettir. Şu andaki arkadaşımızın görüntüsüyle, 10-8 saniye önceki görüntüsü arasındaki fark o kadar küçüktür ki fark edilemez. Ama sekiz milyar ışık yılı ötedeki bir "kuasar"a baktığımız zaman, onun sekiz milyar ışık yılı önceki durumunu görüyor olmamızın farkı çok önemlidir.
Voyager uzay gemisi ışık hızının on binde birine eşit süratle(30 km/saniye hızla) ilerlemektedir. En yakın yıldıza 40 bin yılda  varabilir. Böyle olunca yıldızlara gitme umudu taşıyabilir miyiz? Işık hızına yaklaşabilecek miyiz? Işık hızının esrarı nedir? Bu soruları araştırmak konumuzun dışında kalmaktadır. Ancak şu kadarını bilmemiz gerekir ki "Mülk sûresinde bütün yıldızların birinci semâda bulundukları açık olarak bildirilmiştir. Rahman sûresindeki bir âyeti kerîmede meâlen, (Ey cin ve ey insan! Gücünüz yeterse, yer yüzünden ve semâlardan dışarı çıkınız. Çıkmanız için, çok kuvvet ister. O kuvvet de sizde yoktur) buyurulmaktadır. Bu haber, göklerden dışarı çıkılamaz ise de, göklere ve birinci semâda oldukları için, aya ve yıldızlara, insanların çıkmalarının mümkün olduğunu göstermektedir(Gümüş, 1999, s.553).
Bir ışık dalgası üzerinde yolculuk edince dünyanın nasıl görüneceği sorusu geçen asırda A. Einstein tarafından soruldu, araştırıldı. Sagan(s.174) "Işık hızıyla giderken garip bir şey olur insana" diyor. Işık hızına erişince hız kavramının, madde ve mekân kavramlarının kaybolacağını, O hıza erişince, bizim şimdi tabiatı, eşyayı anladığımızdan farklı şeyler olacağını bildiriyor. "Bir gözlemciye doğru ışık süratine yakın bir hızla yolculuk ediyorsanız, renkli bir ışına bürünmüş bir gölge olursunuz; normal olarak gözle fark edilmeyen kızıl ötesi ışın saçışınız, gözle görülebilen daha kısa dalga boylarına dönüşür. Hareket ettiğiniz yönde pres altında yoğunlaşmış gibi kütleniz artar ve geçirdiğiniz deneyim nedeniyle zaman yavaşlar. Işık süratine yakın bir hızla yolculuk etmenin verdiği soluk kesici deneyim, zaman genişlemesi yapar... Işık süratine yakın bir hıza başkaca sürat ekleyemeyeceğimize göre, sizin izafî hareketinizden bağımsız olarak, geleneksel mekân ve zaman kavramları terk edilmelidir. Mekânın büzülmesi ve zamanın genişlemesinden anladığımız budur. Işık hızıyla hareket eden kişinin yaşlanmamasının nedeni de bu ilkede yatmaktadır".
Peygamber Efendimiz(sallallahü aleyhi ve sellem)elli iki yaşında uyanık iken, beden ile Mi'râc mûcizesi ile şereflenmiştir.  Bir ânda göklere ve bilinmeyen yerlere götürülüp, getirilmiştir. Mi'râc ancak zaman ve mekân kavramlarının dışında gerçekleşmiştir.
Işık hızından önce ve ışık hızında çelişen şeyler olacağını Einstein İzâfiyet(rölativite) teorisi içinde açıklamıştır. Bu teoriye göre hiçbir maddî cisim ışıktan daha hızlı ilerleyemez. Fizik kurallarına göre ışık hızının %99,99'u kadar sürat yapılabilir. Ama %100 mümkün değildir. Dünyamız kozmik bir sürat sınırlamasına tâbîdir. Bugün sesten hızlı giden uçakların sayısı çoğalmıştır. Fakat ışık hızı sınırlaması, ses hızından ayrı bir şeydir. Sesten hızlı uçak yapmak bir mühendislik meselesidir. Bu mühendislik meselesi çözümlenince sesten hızlı yolculuk yapılabilmektedir. Ama ışık hızı meselesi, insan irâdesi ve tâkatinin dışında, Cenâb-ı Hakk'ın koyduğu bir yasadır. Böyle İnsan iradesi ve arzusunun dışında olan yasalara "Tabiat Kanunları" adı veriliyor. Tabiat kanunlarının kamuoyu tercihleriyle, parlemantolarla ve Birleşmiş Milletlerce veya "uluslar üstü" kuruluşlarca değiştirilemeyecek, yürürlükten kaldırılamayacak yasalar olduğunu yukarıda belirtmiştik. (Daha geniş bilgi için Sagan,1997, s.174-81 ve Hart,1994, s.48-54 bakılabilir).

Mekân ve zaman konularının iç içe olduğunu söylemiştik. Eğer mekân yoksa zaman da yok. Zaman ancak Noktai cevvâle(hareketli nokta) tecrübesiyle anlaşılabiliyor. Işık bir noktadan diğerine dairesel bir hareketle hızla götürüldüğünde, bir ışık çemberi görürüz. Aslında böyle bir çember yoktur. Ama noktaların(mekânın) sırtına binerek var gibi algılanmaktadır. Zaman da ancak böyle bir mekânın sırtına bindirilerek anlaşılabiliyor.
KÂİNAT, UÇSUZ BUCAKSIZ MEKÂN. ZAMAN BU MEKÂN ÜZERİNDE HAREKETİN BİZDE UYANDIRDIĞI KRONOLOJİK DUYGU... BİR, İKİ, ÜÇ... GEÇMİŞ, ŞİMDİ, GELECEK... KALBİN ATIŞLARI, SAATİN "TİK TAK" LARI...
Kâinatı düşünüp, sonra da bir insanın ortalama ömrüne baktığımız zaman(bugün yaşayan altı milyar insan arasında yüz yaşını geçmiş olanların sayısı yüzleri geçmez)nasıl bir duyguya kapılıyoruz? Servet edinmek, güç kazanmak, ipotek ödemek, ne marka araba alacağımızı hesaplamak ve bir iş toplantısı nasıl gidecek diye birbirimizi yiyip bitiriyoruz. Buna karşılık sirke sinekleri sekiz saat yaşıyorlar. Onca serüveni geçirdikten sonra, etraflarında çoğalmaya başlayan torunlarına, o uzun ömürlerinin hikâyesini anlatıp, ölüyorlar...
Zaman böyle izafî bir kavram. Ama acaba insanlar zamanı nasıl keşfettiler?
• Ay'ın Düşündürdükleri
Her toplumda ay ve ay ışığı hakkında efsanevî, mistik ve romantik kelimeler bulunmaktadır. İlkel toplumlarda zaman ölçüsü olarak en önce ay kullanılmıştır.
Avcılar ve çiftçiler mevsimleri belirlemek, yağmurun ve karın, sıcağın ve soğuğun ne zaman geleceğini tespit etmek için bir takvime ihtiyaçları vardı. Böylece ekimi ne zaman yapacaklarını, don olaylarının ne zaman beklenebileceğini ve yağmurların ne zaman geleceğini bilebileceklerdi.
Her ne kadar 28 günlük Ay döngüsü insanların on ayın sonunda bebeğin doğumunu beklemelerine yaramaktaysa da, ekim ve hasat açısından önemli bir fayda sağlamıyordu. Buna karşılık güneş yılı, devreden mevsimlerin en iyi ölçüsü oluyordu. Ay'ın döngüleri, bir yandan Dünya Güneş çevresinde dolanırken onun da Dünya çevresinde dolaşmasından ileri gelmektedir. Ay yörüngesi elips şeklindedir ve Dünyanın Güneş çevresindeki yörüngesinden yaklaşık beş derecelik bir sapma gösterir.
Ay ve Güneş döngülerinin birbirlerine uymamaları insanı çok eskiden beri düşündürmüştür. Eğer Ay döngülerini çarparak yılı ve mevsimlerin dönüşümünü belirleyebilseydik, insanlık büyük bir meseleden kurtulacaktı. Ancak bu durumda gökleri incelemeye gerek duymayacaktık ve belki matematikçi de yetişmeyecekti.
Bildiğimiz kadarıyla takvim arayışları ve yılın uzunluğunu ölçme çalışmaları ilk defa dinî saiklerle, kum ve güneş ülkelerinde başlamıştır. 5000 yıl önce Babil'de kamerî(ay) takvim kullanılıyordu. Müslümanlar ve Yahudiler ibadetlerini kamerî takvime göre yapmaya devam etmektedirler.
Mısırlılar Güneş yılının uzunluğunu 11 dakika 14 saniye farkla, gerçeğe yakın bir şekilde tespit etmişlerdir. Gerçek güneş yılı 365 gün, 5 saat 48 dakika ve 46 saniyedir.
• Hafta neden yedi gün?
Günler iki bin yıl önce Romanlıların bildiği gezegenlere göre belirlenmiştir. Haftanın günlerinin Avrupa dillerindeki adları bugün bile o gezegenlerin adlarından esintiler taşır. Haftanın oluşturulması insanoğlunun dünyaya hakim oluşunun ve bilime uzanışının bir merhalesi olmuştur.
• Güneş Saatinden Mekanik Saate
İnsanoğlunun sâdece çiftçilik ve çobanlıkla uğraştığı çağlarda saat, dakika gibi küçük zaman birimlerinin ölçülmesine ihtiyaç yoktu. Burada önemli olan mevsimlerdi ve yağmurun, karın, güneşin ve soğuğun gelişini bilmek yetiyordu. Bütün bu dönemlerde en önemli olanı insanların çalışabilecekleri gündüz süresiydi ve zaman ölçümü olarak gündüz saatlerinin ölçümü anlaşılırdı. O zamanlar gece ve karanlık bilinmeyen zorluklarla eşanlamlı idi. Sunî ışığın her tarafı aydınlattığı yüzyıldan beri gecenin anlamını unutmuş gibiyiz. Çağdaş bir şehirde hayat aydınlık ve karanlığın bir karışımı olarak ve güneş ışığından bağımsız akıp gitmektedir.
Günümüzde saatlerin ön yüzlerini anlatmak için kullandığımız kadran(dörtte bir anlamına) kelimesi, başlangıçta günün dörde bölünmüş olduğunu anlatmak maksadıyla seçilmişti.
Güneş'in gölgesi yüzyıllar boyunca zamanı ölçmek için kullanılmıştır. Meselâ Piramitlerin ve 34 m yüksekliğindeki dikilitaşın gölgesinin dönmesi ve uzunluğu Mısırlılar için saat ve takvim görevi yapıyordu. Güneş olmadığı zaman, gölge de olmuyordu. Üstelik bu güneş saati yeryüzünün ancak bol güneşli ülkeleri için faydalıydı.
Güneş saatinin yetersizliklerinden kurtulmak, zamanı daha hassas ölçüp, insanın kontrolüne vermek için çabalar asırlarca sürdü. Suyu bir zaman ölçüm aracı olarak kullanmak için çalışıldı. Güneş'in parlamadığı vakitlerde zaman ölçümü bakımından çok uzun yüzyıllar boyunca kullanılmıştır. Sarkaçlı saatin yaklaşık olarak 1700'de geliştirilmesine kadar en hassas zaman ölçme aracı büyük bir ihtimalle su saatiydi. Ülkelerine yenilik götüren Çinliler Şam'daki Camii Kebir'in nakışlı doğu kapısındaki dev su saatini anlata anlata bitiremiyorlardı.
Sudan başka kumun akması da zaman ölçmek için bir fırsat olarak görülmüştü. Ancak kum saati, belli aralıklarla tersyüz edilmeyi gerektirdiği için, gece saatlerini belirlemede pek işe yaramıyordu.
• Eşit Saatin Doğuşu
İnsanlar zamanlarını gün ışığının mevsimden mevsime değişen uzunluğuna göre kullandıkları sürece Güneş'e mahkûm oluyorlardı. Zamanı kendi inisiyatiflerine alabilmek için ise gündüz ile geceyi aynı potada eritmek, hayatı kesin, eşit ve kullanılabilir dilimlere ayırmak, saatlik sürenin ötesinde dakikaları, saniyeleri ve saniyenin parçalarını da tayin etmek gerekiyordu. Bunun için de bir makine lâzımdı.
Medeniyetlerin gelişmesine bakıldığında zaman ölçme âletlerine şaşılacak derecede geç erişilebildiği görülür. Avrupalılar 14. Asır sonlarına kadar İslâm ülkelerinden ve Çin'den geride idi. Nitekim mekanik saatle tanışıncaya kadar Avrupa'da zaman ölçümü güneş saati, su saati, kum saati, değişik tür mumlar ve kokulu saatlerle yapılıyordu. Yüzyıllar boyu yaşanan sıkıntılar, gerçek anlamda bir saatin mekanik bir sistemle çalıştırılması gereğini ortaya koymuştu. Zamanın mekanik olarak ölçülmesi yönündeki ilk adımlar çiftçi ya da çobanlardan değil, din adamlarından gelmiştir. 
Güneş saati, su saati ve kum saati temelde bir gölgenin kadran üzerindeki ivmesine, suyun bir çanağa akışına ya da kumun bir kaba dökülüşüne göre süreyi göstermek amacına yöneliktir. Mekanik saat ise bir çekiç aracılığıyla ses üreten bir gonga vurmak, böylece belirli süre aralıklarını hatırlatmak amacını gütmekteydi. Sürenin mekanik olarak kontrolü ve mekanik sistemin kendi iç düzeni yeni bir anlayışı beraberinde getirmişti. Böylelikle süre mekanik olarak ve değişmeyen aralıklarla ölçülmeye başlanıyordu. Belirli saatleri mekanik olarak "seslendirme" amacına erişen bir makine yapılınca, yeni mekanik buluşlara yol açan gelişmelerin de ilk adımı atılmış oluyordu.
İlk olarak 1330'larda günün yirmi dört eşit dilime bölündüğünü ve yeni günün geceyi de kapsadığını görüyoruz. İnsanlığın geçmişinde ilk defa "saat" değişmeyen, kesin ve belirli bir süre dilimi niteliğini kazanıyordu.
Medeniyetin gelişmesinde pek az buluş esnek saatten değişmeyen saate geçiş kadar önemlidir. Bu gelişme insanı Güneş'e bağımlılıktan kurtarıyor ve çevresini ve tabiatı kontrol edecek duruma gelmesini sağlıyordu.
İlk saatlerde kadron, akrep ve yelkovan yoktu. Bu saatler süreyi göstermek yerine seslendirmek maksadıyla yapıldıklarından bunlara gerek de yoktu. Çünkü okuması ve yazması kıt olan insanlar günün neresinde olduğunu sayılar yerine çan seslerini izleyerek daha kolay anlıyorlardı.
Saat başını çalmasını becerebilen makinelerin çeyrek saatleri de çalabilmelerini sağlayacak gelişmeler çok zor olmamıştı. Bu amaçla kimi saatlerde dört dilimli ayrı bir kadran kullanıldığı, bu dilimlerin daha sonra da dakikaları göstermek üzere 15,30,45 ve 60 biçiminde yazılmaya başlandığı bilinmektedir. Ama yelkovan, saat makinesine yine de eklenmemişti.
• Acaba "Gün" nereden başlar?
Bu soruya verilen cevapların sayısı en azından haftada kaç gün olması gerektiği sorusuna verilenler kadar çoktur. Babilliler ve eski Hintliler günlerini Güneş'in doğuşundan, Atinalılar ve Yahudiler de batışından başlatmışlar ve bu uygulama XIX. Yüzyılın sonuna kadar sürmüştür.
Eskiden güneşin ve gök cisimlerinin yüksekliğini belirlemede müşahede aracı olarak Rübu dâire, yani usturlap kullanılırdı. Bu âleti 803 yılında yapan ve ilk kullanan İbrahim Fezarî Bağdadî'dir. Müslümanlar usturlap ile namaz vakitlerini çok hassas olarak tayin ederlerdi ve günün başlangıcı olarak Güneş'in batışını alır ve batış ânında saatlerini on ikiye getirirlerdi.
24 dilimli bir günü belirleyen saatlerin yapımı bile Güneş'e bağımlılıktan tam kurtulmayı sağlamamıştır. Birçok toplumlarda ve semavî dinlerde günün Güneş'in batışı ile başlatılması buna bir örnektir.
• Niçin yirmi dört?
Güne, saate, dakikaya ve saniyeye nasıl ulaştığımız sorusu bizi tarihin derinliklerine götürür. Mısırlıların yılı 360 gün olarak aldıklarını, otuzar günlük on iki aya böldüklerini ve sonuna da beş gün eklediklerini biliyoruz. Onlar çemberi de, büyük bir ihtimalle 360'a bölmüşlerdi. 360'ın altıda biri olan altmış, aritmetik sistemin de tabanı olarak uygun bir çözüm sayılmış olabilir. Dakika ve saniye de bu uygulamanın birer uzantısı olarak tasarlanmıştır. Belki de Babilliler beş gezegeni (Merkür, Venüs, Mars, Jüpiter ve Satürn) alıp yılın ay sayısı olan 12 ile çarpmış ve 60 sayısına ulaşmış olabilirler.
• Zamanı Taşınabilir Kılma
Dünya kendi ekseni çevresinde döndüğü için her noktası 24 saatlik bir süre içinde 360 derecelik bir dönüş yapmaktadır. Bu derecelerden her biri bir boylam ile tanımlanmaktadır ve Dünya döndükçe değişik noktalara sırayla öğle gelir. İstanbul'da tam öğle iken daha batıdaki Londra'da saat sabah 10.00'dur. Dünya bir saatte 15 derece döner. Bu sebeple Londra'nın İstanbul'dan iki saat ya da 30 derece boylam batıda olduğunu söyleyebiliriz. Bir başka deyişle boylamlar bize gerek zaman ve gerekse mesafe açısından iki nokta arasındaki uzaklığı söyleyebilmektedirler. Eğer doğru çalışan bir saatiniz varsa ve Londra'da ayarlayıp İstanbul'a getirirseniz, İstanbul'daki mahallî saat ile kendi saatinizi karşılaştırıp doğu yönünde ne kadar gittiğinizi ya da Londra'nın İstanbul'dan ne kadar uzak olduğunu hesaplayabilirsiniz.
Karadayken yerinizi belirlemenize yardım edecek dağlar, ırmaklar, evler ve yollar gibi belirleyici noktalar bulunabilir. Denizde ise bu tür noktaları ancak daha evvel o yolculuğu yapan tecrübeli kişiler bilebilirler. Doğru ve hassas bir gemi saatinin geliştirilmesinden önce gemicilerin tecrübeli birer matematikçi olmaları gerekiyordu. Denizcilikte bir saniye farklı rota tutmak, okyanusta çok büyük sapmalara yol açar. Bu hatalar yüzünden 1500'lü yıllarda Avrupalı gemiciler büyük facialar yaşamışlardır.
Saate makinelerin anası demek mümkündür. Saat bilgi ve tecrübe arasındaki duvarları yıkmış ve saatçiler, mekanik ve fizik buluşlarını başka makinelerin yapımı için uygulamaya koyan kişiler olmuşlardır. Eski saat yapımcılarının ortak yanları, makinelerde kullanılan temel teknolojiler konusundaki bilgileridir. Dişli çark ve sonsuz dişli bu teknolojilerin çıkış noktalarını oluşturur. Saatin gelişmesi tornanın da gelişmesine katkıda bulunmuştur.
Saatlerin yaygınlaşması ancak daha ufak ve taşınabilir saatlerin geliştirilmesi ile sağlanmıştır. Gerçekten, saatlerin, manastırlar, saraylar ve şatolar dışında herkesin evleri için de yapılması amacıyla eve ya da saatçinin atölyesine sığacak boyutlara indirgenmesi gerekiyordu. Tasarım ölçeğinin küçültülmesi de hassas makine ustalığı alanında tümü ile yeni bir teknolojiyi oluşturmuştu.
Saat bugün din, dil, coğrafya ve politika sınırları tanımaksızın tüm insanlar için vazgeçilmez araç olmuştur. Artık üretim ve kalite konusunda da fark azaldığı için, prestij unsuru olarak "marka" saatler alınmaktadır. Eminönü alt geçidinde neredeyse kilo ile satılan "ucuz" saatlerle, lüks mağazalarda satılan "prestij" saatlerinin ölçüm kaliteleri arasında bir fark kalmamıştır. Nitekim fiyatı 60 bin dolar olan bir Rolex saati çalan hırsız, diğerlerinden farkını anlayamadığı için, sokakta 100 dolara satmıştır!
Günümüzde saatin öylesine yaygın ve görünür şekillerde kullanıldığına bakılırsa, insanların vaktin kıymetini çok iyi bildikleri ve saatle hareket ettikleri sanılır! Saatler insanları güder olmuştur. "Vaktim yetmiyor" ifadesi bu döneme aittir. Çevremize bir bakalım: Kolumuzda saat, cebimizde saat, duvarda saat, çekmecede, büroda, büfenin üzerinde, kalemin kapağında, fırının kadranında, arabanın panosunda, TV'nin köşesinde, binanın tepesinde, şehrin kulesinde saat. Yatak odasında, banyoda, mâbette, nöbet yerinde, mezarlıkta saat. Binlerce yıl sonra toprak katmanlarının altından bizim medeniyetimiz araştırıldığında, o zamanın insanları bizim saate taptığımızı zannedecekler!
Zamanın önemini kavramak ve değerli maksatlarla kullanmak konusunda insanlara ilk uyarılar semâvî dinlerden gelmiştir. Daha sonra düşünürlerin, filozofların, şâirlerin, pedagogların konuları arasına girmiştir. İlk, ikinci, üçüncü... diye önceliklerini algıladığımız kronolojik zaman ile, iklim ve mevsim değişikliklerini algıladığımız atmosferik zaman bazen aynı terimlerle ifade edilmiştir(Winogradsky, 1998). Hızın iktisâdî sonuçlara etkileri fark edildikçe, daha az sürede daha çok üretim amacına erişmek için "zaman faktörü" iş dünyasının gündemine girmiş ve bugünkü araştırma ve tartışmaların zeminini oluşturmuştur.

Şimdi mekanik saatlerin üstüne elektrikli saatler, sonra dijital saatler gelmiştir. Saniye, salise yetmediği için yeni zaman kesirleri aranmaktadır. Milyarda bir anlamına nano-saniye yıllardır kullanılmaktadır. Atom kronometreleri saniyede milyarlarca reaksiyonu ölçmektedir. Sanal bir saat kavramı ile çevrilmiş durumdayız. Bir tarife göre zaman yoktur. O sâdece zihinde bir hayal olarak vardır. Geçmiş, şimdi, gelecek olarak anlaşılmaktadır... 

3. Biyolojik Zaman
------------------
“Ne olabileceğimiz düşünülürse, bunun sâdece yarısının farkındayız. Kendi fizikî ve zihnî kaynaklarımızın yalnızca çok küçük bir parçasını kullanıma sokuyoruz. Genel olarak konuşursak, insanoğlu kendi sınırlarının çok gerisinde yaşamaktadır. İnsan, alışkanlıkları yüzünden kullanmadığı birçok güce sahiptir”
William james

• Biyolojik "tik tak" ve mekânik "tik tak" ayrı şeylerdir.
Tek hücreli bir varlıktan insana kadar tüm canlılar genetik kodlarından gelen bir iç ritm ile hayatiyetlerini devam ettirirler. Bir hücrede protoplazma faaliyeti, gözün görmesi, sinir sisteminin çalışması, kalb atışları, acıkmak, yorulmak,  gözün arka duvarındaki retinanın karanlık isteği ve uyumak, zihnin açılması, konsantre olmak, heyecan duymak vb tüm hayatî fonksiyonlar bir ritim ile olmaktadır. İnsanının 24 saatteki yaşayış biçimi ile belirli hormonların belirli saatlerde kana karışması arasında doğrudan ilişki vardır. Bu ritimler fevkalâde otomatik ve mükemmel bir etkileşim içinde cereyan etmektedir.
Meselâ kortizonu ele alalım. Kortizon vücut direncini artıran bir hormondur. Ama aynı zamanda diğer hormonların kana karışmasını düzenlediği gibi, tüm organların ve sistemlerin de düzenli çalışmasını temin eder. Böbrek üstü bezinden çıkan bu hormon güneşin doğuşundan bir saat sonra en yüksek salgı düzeyine ulaşır. Normal uykusundan gün doğmadan uyanan bir kimsede kortizon bir saat içinde salgılanmaya başlar ve kortizonun kana karışması ile vücut bütün fonksiyonlarını yapmaya hazır duruma gelir. Burada biyolojik ritim, kronolojik zamanı desteklemektedir. Ama Amerika’ya veya Uzak Doğu’ ya yapılan uzun bir yolculuk sebebiyle gün birkaç saat uzar veya kısalır. Bu şekilde günün uzamasına veya kısalmasına bağlı olarak geç veya erken salgılanan kortizon sebebiyle vücutta fonksiyon bozuklukları, stres, hırçınlık, yorgunluk ve randımansızlık meydana gelmektedir. Aynı şekilde bir süre gececi, bir süre de gündüzcü (vardiyalı) çalışan işçilerde biyolojik ritim bozulmakta ve yeniden bir denge kuruluncaya kadar günler veya haftalar gerekmektedir. Bu durumda biyolojik ritim kronolojik zaman ile çatışmaktadır.

Canlı varlıkların DNA özelliklerinden kaynaklanan ve iç dengelerini sağlayan bu tabiî ritme BİYOLOJİK ZAMAN diyoruz. Bitkiler tamamen biyolojik bir ritim içinde yaşarlar. Gün ışığı ile kimi çiçeklerin açtığını, kimilerinin kapandığını, kimilerinin de güneşe döndüğünü fark etmişsinizdir. Bitkiler ve hayvanlar tamamen güneş ve diğer çevre şartlarının(sıcaklık, nem, mevsimler, basınç)fizyolojik sistemlerini etkilemesi sonucunda genetik kodlarında bulunan hayat çevrimlerini sürdürürler. Biyolojik zamanın gün ışığıyla, sıcaklık, nem, hava basıncı ve iklimler(hepsine birden ATMOSFERİK ZAMAN diyoruz) ile ilişkisi vardır. Ama biyolojik ritimlerin saatle ölçtüğümüz mekanik ve kronolojik zaman ile bağlılığı yoktur. Yani bitkiler ve hayvanlar saat belli bir vakti gösterdiği için o hâlde değildirler.
İnsanlar ise hem biyolojik, hem atmosferik, hem de kronolojik zamanın etkisi altındadır. Uykunun gece olması tesadüfen değildir. Günün ilk ışıklarının beynimiz üzerinde etkileri vardır. Kan değerleri, besin ihtiyacı, beynin uyarılması, salgıların başlaması bir iç ritmin ve etkileşimin sonucudur. Aç iken uyuyamayız. Vücut yorgunluğunu gerçekten atmamışsa, dinlenme mesajı beyne ulaşmaz. Böyle bir durumda gözlerimizi açsak, bir işe yönelsek bile beynimiz hazır olmaz. Vücuttaki organlar ve sistemler kendi biyolojik ritimleriyle bir optimum ararlar. Moleküler biyoloji alanında araştırmalar yapan Kanadalı bilim adamlarının tespitlerine göre, kalb, akciğer, mide, karaciğer ve diğer organ ve sistemlerimizin her biri kendi ritmine sahiptir. Organlar ve sistemler için olduğu gibi, herkesin biyolojik ritmi(zamanı) kendisine özeldir. Bir bebeğin biyolojik ritmi ile annesinin biyolojik ritmi ayrıdır. Yaşlı ile gencin, kadın ile erkeğin biyolojik ritimleri farklıdır. Ama kolumuzdaki, duvardaki saatin eşit salınımlarla ölçtüğü tik tak vurguları yani MEKANİK(veya kronolojik) ZAMAN herkes ve her mevsim için aynıdır. Biyolojik saati farklı olan kimselerin sabah 06:00 da kalkmaları aynı anlama gelmez. Aynı zaman değerini taşımaz. Oysa mekanik saatler aynı olduğunu söylemektedir!
Biyolojik ritim yüze ve göze, davranışlara yansır. Bebeklere biyolojik saatlerine uygun olarak bakılır, tabiî seyrine göre ihtimam gösterilir. Sabah daha gün ışırken ana okuluna götürülen çocukların yüzlerine dikkat ettinizse, körpe yavrucakların mekânik saatle tanışmalarının ilk sıkıntılarını yaşadıklarını da fark etmişsinizdir. Ebeveynlerinin ellerine yapışıp giderken âdeta sürüklenirler, nazlanır ve zorlanırlar. Büyüdükçe biyolojik saatten uzaklaşmaya ve mekânik saate itaat etmeye bizi zorlayan hayat tarzımız gerilimlerin de kaynağı olmaktadır. Hayatın ritmi eğer biyolojik ritim ile uyum göstermiyorsa stres başlamaktadır.
Mesela sekiz saat uyuduktan sonra yorgun, argın bir şekilde zor uyanıyorsanız; kan dolaşımınız kirlidir, enerji düzeyiniz uygun değildir ve fizyolojinizin çok az bir kısmını kullanıyorsunuz demektir. Fizikî  ve zihnî kabiliyetleri bütünüyle harekete geçirmeye imkân verecek bir fizyolojiye sahip olmak için nefes alma gücünün artırılması lâzımdır. Nefes alma; dolaşım sistemini ve hücrelerin besinle ve oksijenle desteklenmesini, vücuttan tüm zehirli maddeleri atan lenf sisteminin düzgün çalışmasını sağlamaktadır. Aerobik yapmak uygun nefes alma teknikleridir.
Bunun gibi yenilen gıdaların biyolojik ritmimiz üzerinde çok büyük etkisi vardır. 100. yaşını kutlayan bir doktorun nasihati şöyle “Midenize ilk elli yılda iyi bakın. Gelecek elli yılda o size bakacaktır. Az yiyin! Böylece çok yemek için zamanınız olacaktır.” (Robbins, 1992, s. 181) Yukarıdaki misale dönelim. Sekiz saat uyuduktan sonra yorgun kalkmanın bir nedeni de mideye indirilen uyumsuz yiyeceklerdir. Çünkü siz uyurken mideniz uyumsuz yiyecekleri sindirmek için fazla mesai yapıyor ve sinir enerjisini sindirim için harcıyordur.
Kırsal kesimde yaşayanlar çalışmalarını kendi biyolojik zamanlarına, hatta mevsimlere, iklime göre ayarlayabildikleri için daha huzurlu oluyorlar. Oysa şehir insanı mekanik zamana tabi olduğu için biyolojik zamanın, tabiî ritminin icaplarını yerine getirmekte zorlanıyor ve stres içinde yaşıyor. Büyük şehirlerde oturanlar tamamen "kota"lanmış zaman dilimlerinde yaşamaya mahkûmdurlar. Âdeta komutla uyanıp, emirle yiyen, saatin gösterdiği vakitte acıkan, çalışan, saat 20:00 olunca televizyon seyreden yaratıklar hâline geldik.
Sanayileşmiş ülkelerde insanların immünal sistemlerinin zayıflaması, stres, grip hastalığı ve ruhsal çöküntülerin yaygın olması biyolojik ritmin, sanayiin dayattığı tempo ile çatışması sonucu olduğu ileri sürülmektedir. Farklı iklimlerde, farklı coğrafyalarda özel biyolojik ritimler varken, dünya tek tip saat kullanmaktadır. Bu da sanayileşmiş ülkelerin, daha doğrusu Kuzey Yarım kürede yaşayanların dayattığı bir süreçtir. Bu süreç ise insanları koşmaya, daha hızlı olmaya mahkûm ediyor ve insanların potansiyeli %40 fazlasıyla tahrip ediliyor(arte tv, 2000).
Davranışların kişinin yeteneklerinden ziyade, o anda içinde bulunduğu zihinsel veya vücut durumuyla ilgili olduğu ileri sürülüyor(Robbins,1997 s. 193 ve 1992 s.174). Böyle olunca yeteneklerin ortaya çıkabilmesi için; dokularımızın, organlarımızın, sistemlerimizin birbirini desteklemesi ve fizyolojimizin tüm vücûdumuzu kullanacak şekilde açılması gerekmektedir. Sırf fizyolojimizi değiştirerek, var olan yeteneklerimizi daha iyi kullanabilir, performansımızı da artırabiliriz. Vücudun verimliliği ne kadar artarsa, hisler ve parlak sonuçlar elde etmek için zekanın kullanılma şekli o kadar iyileşecektir.
Psikologlar, hekimler yaşlanmanın yaşla pek ilgisi olmadığını söylüyorlar. Ama insanlar kendini bir yere kapatır, hareketten kesilir, değişmek istemezlerse, organlarını, fizyolojilerini ve beyinlerini ölüme yönlendirir diyorlar. Yolda yürüyen çocuk su birikintisi görünce, dedesinin elinden kurtulur, tam orta yerine sıçrar! Hem öğrenir, hem de eğlenir. Burada çocuğun biyolojik ritmi, arzuları, duyguları ve vücudu birbirini desteklemektedir. Ama dede değerleriyle beynini, duygularını ve adalesini yaşlanmaya şartlandırmıştır. Koyduğu kurallar kendisini genç hissetmesine fırsat vermemektedir. Odaklanış tarzı vücudunun ve dimağının açılmasına engel olmaktadır. Hareketten kaçtığı gibi, durmadan şikâyet etmektedir. Sınırlı hareketler yaptığı ve hayatını çeyrek fizyolojiyle idame ettirmeye yönlendirmiş olduğu için O artık yaşlanmıştır ve ölümü beklemektedir.

Pilotların, astronotların çalışabilir olmak için özel bir disiplinden geçmeleri biyolojik ritimlerini, saat ve takvim süreçlerine uydurmak içindir. İklim değiştiren insanların 2-17 gün uyum dönemi geçirmesini de böyle anlamak lâzımdır. Bu süre, insanın önceki biyolojik ritminin, yeni şartlara intibak etmek için kaçınılmaz bir mehil talebi olarak değerlendirilmelidir. Biyolojik ritim düzgün işliyorsa vücutta çok etkili maddeler üretilmekte ve sağlığı desteklemektedir. Öyle ki bu maddeleri dışardan ilâç vb yollarla vücuda vermekten kat be kat etkili olmakta, üstelik bir maliyet de getirmemektedir.
Biyolojik manivelayı yakalamak için(dokuların, organların ve sistemlerin birbirini desteklemesi ve fizyolojiyi güçlü kılması için) şimdiye kadar sormaya alıştığımız soruları, değerleri(öncelikleri)yeniden düşünmek, gerekirse değiştirmek, düşünme ve duyguları yenilemek gerekir. Bu konular üçüncü bölümde geniş olarak ele alınacaktır.

4. Derûnî Zaman
---------------
İnsan sağlığı ile çok yakından alâkalı olan biyolojik ritmin saatin gösterdiği zaman ile aynı şeyler olmadığını gördük. Beyin mekanik "tik tak" larla çalışmıyor. Tamamen biyolojik, duygusal etkileşim ortamında çalışıyor. Azıcık düşünelim: İnsanın beyin fonksiyonları ve ruh hâlinin zamanı algılayış tarzı üzerinde bir tesiri yok mudur? İlim, sanat, tasarım ve duygu yüklenmiş bir zaman kesiti ile, bunların olmadığı bir zamanın kalitesi aynı mıdır? Kalbin tasdik ettiği, heyecan ve sevgi ortamı zamana yeni bir boyut kazandırmıyor mu?
Bir mâbedin kapısına yönelenlerle, kozmopolit şehir sokaklarında uyuşturucu çekip sızanlar zamanı farklı algılamaktadırlar. Bir lâboratuarda bilgi sentezleyenler ile, kumarhânede şans arayanlar aynı kronolojik zamanı farklı emsallerle çarpmaktadırlar. Hayatın akışından, yaprağın düşüşünden, suyun vuruşundan şiir imbikleyen şâirin, kayanın içindeki resmi gören heykeltıraşın duygu derinliklerini yok sayabilir miyiz? Ya asırlar sonrasına kubbeler çatan mimarların kalb vuruşları? Bunlar düz, kronolojik çizgilerden mi ibarettir?
Kalb her atışında, rûh ikliminden bir şeyler duyar. Fizik ötesiyle bağ kurup,  sonsuzluğu özleyen kalbin vuruşunu, kan pompalayıcısı basit hayvan yüreğinden ayırt etmeyecek miyiz? Tefekkür derinliğini, adale hamallığıyla aynı mı tutacağız? İdeolojik ve resmî öğretinin fındık kabuğunda köreltilmiş beyinleri bir düşünün. İnsanı ve varlığı sâdece beden olarak tanıyan, öldükten sonra kilosu değişmediği için, cesedi ve insanı aynı şey sayan marazî anlayışı göz önüne getirin. Öyleleri ile; hür ve engin ufukların eşiğinde, nerden gelip nereye gittiğini sorgulayan, sevgide sonsuzluğa bir davet keşfeden rûh ikliminde vakitler aynı değeri taşır, diyebilir miyiz?
Rahmetli dedemin köstekli saatiyle, benim ve oğlumun dijital saatlerimiz aynı ölçülere göre çalışıyor. Ama her birimiz kendi zamanlarımızın değerlerini ve farklılıklarını yaşadık, yaşıyoruz. Aralarında 100 yıl zaman farkı bulunan dede ile küçük torun için saat aynı hakikati mi ifâde eder?
İşte inanç derinliği, duygu yoğunluğu, sanat hassasiyeti ile hacimlendirilmiş, beyin ve kalb güçleriyle zinetlendirilmiş olan zamana DERÛNÎ ZAMAN diyoruz. Hepimizin kolundaki, şehrin kulesindeki saat aynı olsa da, benim, senin, onun, hepimizin derûnî zamanı ayrıdır. Öyle olunca bir kimseye "Saat kaç?" diye sormak tuhaf kaçmıyor mu? Derûnî zamanına uygun olarak davranan bir kimseyi, bunun dışına çıkmaya zorlamak o kimsenin kişilik haklarına tecavüz etmek anlamına gelmez mi? 
Yeni bin yılda evrensel değerler arayan "uluslar üstü" kuruluşlar,  insanlığı sanayi döneminin dayatması olan mekânik zaman kavramının zulmünden korumak zorundadır. Nitekim bu çatışmaları gidermek ve daha insancıl ölçüler bulmak için günümüzde KRONOBİYOLOJİ adıyla yeni bir bilim dalı doğmuştur. Bu bilim dalı belki de sanal çalışma ortamlarında yukarıdaki sorulara çıkış yolları arayacaktır.
Günümüzde şirketler insanlara esnek çalışma fırsatları tanıyarak, stresi azaltıcı tedbir almaya çalışmaktadırlar. Elektronik posta(e - mail) kullanımının artması ve sanal ofis uygulamaları, gelecekte insanlara çalışma düzenlerini kendi biyolojik ve derûnî zamanlarına uydurma fırsatı verecek gibi görülmektedir. Nitekim İsviçre'de dolma kalem yapıcısı Mont Blanc şirketi, çalışanlarına yorulduklarını hissettiklerinde biyolojik ritimlerini yakalamaları, kalb ve kafa uyumunu bulmaları için dinlenip, eğlenmelerini sağlayacak serbesti tanımıştır. Çalışanlarına bir ürün ve kalite tarifi yapmış, bunu gerçekleştirmek için onları serbest bırakmıştır.
Buraya kadar yaptığımız açıklamalardan anlaşılıyor ki, zaman kavramı saat ile ölçtüğümüz sürenin dışında anlamlar da taşımaktadır. Aynı süre farklı kullanılışlar içinde, çok farklı sonuçlara kapı olmaktadır. Bâzen bir ân cihân değerinde büyümekte, bâzı yıllar hiç değeri olmayan "unutulası çile" olarak değersizleşmektedir.
Bâzen "Hayat ne kadar kısa. Yıllar ne çabuk geçiyor. Daha dün gibi, oysa 20 yıl geçmiş..." diye söyleniriz. Yıllar sanki saniye olup akmış gibi gelir. Ama 17 Ağustos 99 gecesi tüm Marmara Bölgesi depremle sarsılırken, saniyeler geçmek bilmemiştir. Ardından 12 Kasım akşamı Düzce ve Kaymaklı dümdüz olurken, korkuları tazelenen aynı yöre halkı, kaç yıl birden yaşlandı dersiniz? Olmak ya da olmamak saniyelerinin, kahvemizi yudumlarken geçen saniyeler ile eşit algılandığını iddia edebilir miyiz? Gölcük ve Düzce'de yaşananlar tarihe "yüzyılın depremi" olarak geçmiş bulunmaktadır.
Yavaş çekim bir hayat süren ülke insanlarıyla, hızlı yürüyen insanların ülkesinde aynı zaman aralıklarında farklı merhaleler katedilmektedir...

5. Zaman Katsayısı
------------------
Yukarıdaki sorular ve tespitler "kronos" birimiyle (saniye, dakika, saat, gün olarak) ölçtüğümüz zamanı, insanların farklı katsayılarla çarptıklarını düşündürmektedir. Herkesin "Kronos" zamanı aynıdır. Ama katsayıları farklıdır. Bâzıları 0 ile, bâzıları 0,1 ile, başkaları 10 ile, 1000 vs ile çarpmaktadır. Şu hâlde hayatımızı mutlu kılmak ve artılarımızı çoğaltmak için zamanı yoğun ve derin kılabilecek formasyonu kazanmak, teknikleri uygulamak ve tamamlayıcı tüm tedbirleri almak bir insanlık sorumluluğudur. Çok önemli gördüğümüz bu konuyu biraz açalım:
Hayatı kronolojik olarak alırsak düz bir çizgidir. Bu çizgi salise, saniye, dakika, saat vs hangi ölçek ile ifade edersek edelim herkes için eşit süreleri gösterir. Bu sürelerin toplamı her insanın ömrünün uzunluğunu verir. Bir kimse için "yüz yirmi yıl yaşadı" dediğimiz süre bu toplamın ifadesidir. Şöyle açıklayabiliriz;
Ömrü(hayat süresini) H harfi ile gösterelim. Bu “kronos” olarak ifade edilen çıplak zamandır. Hayatın eşit ölçekli zaman dilimlerini de Z ile gösterelim. Bunlar kronolojik sırayla: Z1,  Z2 , Z3, ................ Zn. ile dizilecektir. Hayat(ömür) eşit ölçekli kronolojik zaman birimlerinin toplamı olduğuna göre, şu denklemi elde ederiz:
H = Z1 + Z2 + Z3 + Z4 +..............Zn.
Yani hayat(ömür), hangi ölçekle ölçmüş isek onların toplamı olmaktadır. Meselâ yüz yıl yaşayan birinin ömrü saat olarak(Z = 1 saat) şu şekilde ifade edilebilir:
H(100 yıl) = Z1 + Z2 + Z3 + Z4 +..............Zn = 876.000 saat olmaktadır.
Yüz yıl yaşayan bir kimsenin 876.000 birim "Z" tükettiğini göstermektedir.
• "İnsanlık" ve "Zaman" herkese hakça dağıtılmıştır.
En yüksek insan ile en aşağı bir insanın "insanlık" sıfatı aynıdır. Meselâ, insanlara rehber olarak gönderilen bir peygamberin insanlığı, en aşağı bir ferdin insanlığından dahâ çok, dahâ kuvvetli değildir. Mümin ile inanmayan kimsenin insanlığı arasında fark yoktur. Âlim bir kimse ile kara cahil arasında insan olmak bakımından fark yoktur. Aynı şekilde her insanın kronos zamanı da aynıdır. Her insanın bir günü 86400 eşit saniyeden oluşmaktadır. Bunu herkes her gün tam olarak tüketir. Şu halde “İNSANLIK” ve “Kronolojik ZAMAN” kavramları yaşayan herkes için aynıdır. Herkese hakça, demokratik dağıtılmıştır. Bu zaman kronolojik, üzerine değer giydirilmemiş düz bir çizgi gibi düşünülebilir.
Ancak kronolojik zamanın hayatı tarif etmede, daha doğrusu hayatın değerini ifade etmede yetersiz kaldığını gördük. Süre herkes için aynı anlamı ve değeri taşımaz. Düz çizgi hâlinde akıp giden KRONOLOJİK ZAMAN, üstüne birtakım artı ve eksi değerler giydirilerek yaşanır ve öylece anlam kazanır.
Çünkü bir hayatın değeri ancak içinde barındırdıkları ile ölçülebilir. Yani "dolu dolu yaşamak", "mutlu olmak", "saadetli bir ömür" diye tarif ettiklerimiz, aslında herkeste aynı olan Z'nin, farklı emsaller(katsayılar) ile ağırlık veya hacim kazanmış yeni değeridir. Öyle ise aritmetik anlamda "Z" zaman parçacıklarının toplamı hayatın gerçek değerini ifade etmez. Hayat kronometrik çizgilerin toplamı değildir. Eğer öyle olsaydı bir âlimle, körkütük câhilin zamanı aynı değeri taşırdı. Oysa, "Âlimin uykusu câhilin ibâdetinden kıymetlidir". Öyle olsaydı hayvan derekesine indirilmiş bir mankurt ile, hür ve insan haklarını tam kullanan medenî kimseler arasında bir fark kalmazdı. Herkes Nobel adayı olur, ödüllerin bir anlamı olmazdı. Fazilet kavramı kalkar, kimse erdem için kendini adamazdı.
  
Kronolojik zamanın üstüne giydirilen değerler nelerdir?
Yukarıdaki madde ve paragraflardan îtibâren açıkladığımız üzere;
ATMOSFERİK ZAMAN(mevsimler, iklimler, çevre şartları),
BİYOLOJİK ZAMAN(vücuttaki organların, sistemlerin, fonksiyonların ritmi ve etkileşimi),
TEKNOLOJİK ZAMAN(eylemlerimizin hız kazanması),
ENFORMATİK ZAMAN(bilgi, fikir, sanat ile oluşmuş entelektüel boyut),
DERÛNÎ ZAMAN(kalb ve rûh ile idrak ettiğimiz metafizik boyut),
.............
Bunların hepsi kronolojik zamanın üstüne giydirilmelidir. Böyle yaparak düz çizgi genişlik, derinlik, yoğunluk ve hız boyutlarıyla desteklenmekte ve hacim kazanmaktadır.
Bunun için her zaman dilimi taşıdığı boyutların ağırlığını ifade eden bir katsayı ile çarpılarak toplanmalıdır. Fizik dünyamız maalesef üç boyutu ancak ifade edebilmektedir. Einstein'ın sözünü ettiğimiz izâfiyet teorisi ile hız dördüncü bir boyut değeri kazanmıştır. Ancak matematik olarak n sayıda (istediğimiz kadar çok) boyut düşünebiliriz. Matris tabloları bu imkânı vermektedir.
H= Z1 + Z2 + Z3 + Z4 +..............Zn. Formülüne dönelim.
Bu formül hayatı kronolojik kesitlerin toplamı olarak, düz bir çizgi şeklinde göstermekte idi. Ama Z dilimlerini taşıdıkları değerleri ifade eden birer emsal(katsayı) ile çarparsak, değerli(giydirilmiş, ağırlık  kazanmış)zaman elde edilir. Şöyle ki:
Hayatın Değeri(HD) = Zaman(Z)  x  Değer katsayısı(K)
H= Z1 + Z2 + Z3 + Z4 +..............Zn.zaman dilimlerinin her biri kendi değer katsayıları ile çarpılarak toplanmalıdır. Ne kadar zaman dilimi varsa o kadar katsayı düşünülebilir. Bu katsayılar tek bir boyut, tek bir değer değildir. Aşağıdaki paragrafta ve kitabın ilerleyen bölümlerinde görüldüğü üzere (n ) sayıda değer katsayısı olabilir. Meselâ bir saatlik sürenin değeri(ZD), o saate ait biyolojik, teknolojik, bilgi ve derûnî zaman katsayılarının ayrı ayrı çarpımlarının toplanmasıyla oluşacaktır.
Atmosferik zaman tamamen dışımızda oluştuğu için matematik formülasyonu basitleştirmek maksadıyla ihmal edilebilir. Esasen atmosferik olaylar biyolojik ritmi etkilediği için, aynı katsayı içinde düşünülebilir.
Biyolojik zaman Zb, teknolojik zaman Zt, enformatik zaman Ze, derûnî zaman Zd ile gösterildiğinde:
Hayatın Değeri(HD) = Z1(b1+ t1 + e1 + d1) + Z2(b2+t2+e2+d2) + .... Zn(bn+tn+en+dn)
toplamı olarak ifade edilebilir.
Bu anlattıklarımızı topluca matematik olarak şöyle özetleyebiliriz:
HD(Hayatın Değeri) = Zi(bi + ti + ei + di).
Burada i ve n pozitif tam sayılar olarak bilinmelidir.
Hayat bu kronometrik çizgilerin eş zamanlı olarak taşıdıkları biyolojik, teknolojik, entelektüel, derûnî katsayılarıyla çarpıldıktan sonraki toplamlarının ifade ettiğidir. Bilgi, tefekkür, hız, sevgi, heyecan, huzur, değişiklik zamana farklı bir mânâ giydirmekte, yüksek bir değer kazandırmaktadır. Organ ve sistemlerimizin ritmi(biyolojik zaman) ile, saatin gösterdiği(kronos zaman) birbirini desteklediğinde zaman çok yüksek bir katsayı ile çarpılmaktadır.
Basit bir misal verelim: Sara nöbeti tutmuş ve yol kenarına yığılıp kalmış bir kimse olduğunu düşünün. Göz sağlığı yerinde olan herkes onu görür(Zb). Ama gördüğünün ne ifade ettiğini bilgisi(Ze) varsa anlar. Muhtaç insanlara karşılıksız yardım etmek gibi bir erdeme sahipse(Zd) ona elini uzatır ve yardım eder. Hemen haberleşir ve bir hastahaneye götürürse(Zt) daha erken tedavi görmesine vesile olur. Bu hastayı yol görünce, geçip gidenle, gerekli bütün uygulamaları yapan kimsenin zaman katsayıları ve hayat değerleri aynı değildir.
Yüksek başarılara imza atmış, belli bir süreye çok fazla maddî, manevî ve entelektüel birikim sığdırmış erdemli insanlar, şüphesiz zaman katsayılarını yükseltmeyi başarabilmiş olanlardır. Nobel ödülü almış kimseler her saniyelerine, saatlerine ve tüm ömürlerine diğer insanlardan farklı ve çok şeyler katmış insanlardır. Hepimiz bilimde, sanatta, edebiyatta, ekonomide, ticarette, siyasette ve diğer sahalarda hayatlarına anlam yüklemiş, vasıflı kimselerin mirasını kullanıyoruz. Tarih zamanını erdemle, meziyetlerle(veya tam tersine zulüm, istismar vs gibi menfi sıfatlarla donatmış) kimselerin bıraktığı izlerin kronolojik akışıdır. Hepimiz az veya çok bu mirastan pay alıyoruz.

Bunlar ve ilerleyen bölüm ve maddelerde inceleyeceğimiz başka şeyler zaman katsayımızı yükseltmekte ve aynı süredeki toplam hâsılamızı artırmaktadır. Zaman katsayımız ne kadar yüksek ise geçirdiğimiz sürenin o nispette yoğun ve derin olacağını, entelektüel boyut kazanacağını düşünmekteyiz.
• Zaman katsayısına dahil edilebilecek diğer faktörler:
Yukarıda atmosferik, biyolojik(b), teknolojik(t), enformatik(e), derûnî(d) zaman katsayılarından söz ettik. Kitabımızın ilerleyen bölümlerinde zamanı değerlendirmek için çeşitli konulara temas edeceğiz. Bunların her biri bir emsal ile o andaki zaman(Z) dilimine farklı bir anlam(değer) kazandırmaktadır. Günlük yaşayışımız içinde bunlar otomatik olarak uygulanır gider. Kitabın ilerleyen bölümlerinde temas edeceğimiz tüm maddelerde zaman katsayısı olarak değerlendirilebilecek faktörler bulacaksınız. Bu kitapta zaman katsayısı olabilecek tüm faktörleri saydığımızı söylemiyoruz. Ama bu misallerden hareketle herkesin kendine özel(şahsî) zaman katsayılarını düşünebileceğini, onları keşfedebileceğini ifade etmek istiyoruz.  Bâzı misaller verelim:
- Günü işte geçen süre ile sınırlamamak,
- Hayatın aktif yaştan önce ve sonra da devam ettiğini unutmamak,
- Yaptıklarından ders çıkarmak,
- Başkalarının tecrübeden faydalanmak,
- Mininum yasasını gözetmek,
- Kıymet hükümlerini(değerlerini, önceliklerini) oluşturmak,
- Değerlerini sürekli yenilemek, geliştirmek,
- Kuralarını yenilemek, geliştirmek,
- Kendini yenilemek, hep öğrenmek,
- Denge ve başarı hattında bulunmak,
- Zamana yatırım yapmak, sessizlik zamanı uygulamak,
- Sebat etmek,
- Bir konuya iyi hazırlanmak,
- Etki alanı üzerinde çalışmak,
- Proaktif olmak,
- Belirtileri, sonuçları ve sebepleri ayırmak, sebepler üzerinde durmak,
- Haberleşme ve bilgi akışını iyileştirmek,
- Yetki devretmek,
- Ekip disiplinine sahip olmak,
- Farklılıklardan sinerji elde etmek,
- Bilimsel karar vermek,
- Güne doğru başlamak,
- Ve 8. Bölümde ele alınan onlarca tedbiri hayatına uygulamak.
- .................
Bunların hepsi veya bir kısmı her ân yolumuzun üzerine çıkmaktadır. Düz kronolojik hayat çizgimize değer kazandıracak bu faktörleri dikkate almak ve böylece  hayat değerimizi artırmak ya da tümünü yok sayarak sıfır emsalle çarpmak herkesin iradesine kalmıştır.
Şu hâlde Yüce Yaratıcının; insanların irâdesi, gayreti dışında ve bir bedel istemeden bahşettiği "insan olmak" ve "zaman" değerlerine dayanarak, kimse üstünlük ve fazilet iddiasında bulunamaz. Onlara yalın hâliyle herkes sahiptir. Ama hayat ortamında kendi seçimi ve çabası ile elde ettiği artı değerler(isterseniz buna ÖMRÜN KATMA DEĞERİ de diyebilirsiniz) herkesin hayatının değerini belirler. Bu îtibarla diyoruz ki:
 
HAYATTA EN BÜYÜK MÂRİFET ZAMAN KATSAYIMIZI YÜKSELTECEK DİSİPLİNİ ELDE ETMEKTİR.
Hangi ölçü ile ölçersek ölçelim, zamanımızın ÖLÜM diye bir sonu var. Hayatın neticesi olan ölüm, zamana en büyük anlamı kazandırmaktadır: Vakti meçhûl, ama geleceği kesin. Hem âcili, hem çok öteyi aynı anda hatırlatan müthiş vak'a. Hepimiz takdir edilmiş bir ömür yaşıyoruz. Bu zaman içinde irâdemizle yaptığımız seçimler neticesinde birtakım artı(+) veya eksi(-) sonuçlar kesp ediyoruz. Bu kesp ettiklerimiz ile sonsuzluğa açılıyoruz. Dünyada artılar  veya eksiler ekerek geçirdiğimiz sınırlı zaman, âhiret dediğimiz ebedî hayatın tarlası olmaktadır.

6. Zaman Hakkında Tarifler ve Yorumlar
--------------------------------------
Bilim adamlarından önce zamanın baskısını anlatan birçok düşünür, sanatçı ve yazar olmuştur. Güney Amerika yerlileri(Maya) zamanın bir ruh hâli olduğuna inanırlardı. Mayalar için zaman sonsuzluk anlamına geliyordu. Savaşların bu sonsuz takvimde kayıtlı olduğuna inanırlar ve hep aynı tarihlerde savaş yaparlardı. Ateşe tapanlar(Mecûsîler) zamanı devreden bir çember olarak düşünürlerdi.
Zamanın insan hayatındaki önemini, yok edici gücünü filozof  Seneca "Sahip olduğumuz zaman az değil, çok. Az olan zaman, ondan yararlandığımız zamandır." Sözüyle vurgulamıştır. Horatius zamanın gücünü hakkında: "Zamanın yıkıp yok etmediği hiçbir şey yoktur." İfadesini kullanırken, Buckstone, "insan zamanın esiridir" demiştir. Zaman birbiri peşi sıra gelen olayların, olguların dizisini, sürecini belirten mücerret bir kavramdır. 16 Asır önce A. Augustinus zaman kavramını şöyle tanımlıyor. "Bana zamanın ne olduğunu sorduklarında biliyorum. Ancak cevabını açıklamaya kalkıştığımda, zamanın ne olduğunu bilmediğimi anlıyorum."
Zamanın sessiz sedasız, ama her şeyi ezerek, her şeyi yok ederek hızla akışı, Shakespeare'in birçok şiirine konu olmuştur:
"Zaman her şeyi harcar, gelişen her şey, ancak kısa bir süre için kusursuz kalır."
"Zaman her şeyi kemirir. Dalgalar sahile çarparcasına, yaşadığımız dakikalar hızla son bulur."
"Zaman yalçın kayaları, çelikten kapıları bile çürütür, güzelliği yıkmasına hiç kimse engel olamaz."
"Güveni öldüren gece, cehennemin imgesi,
Utancın ve korkunun gerçek kaynağı,
Trajedilerin ve cinâyetlerin kara sahnesi,
Günahları gizleyen kaos, utancın örtüsü."
Shakespeare' den alıntı(Boorstin, 1994, s.28)
Kant'a göre, insanlar zaman kavramını deneyimle, görgü ve gözlemle kazanmazlar. Bu kavrama düşünce ve mantık yoluyla ulaşırlar. Bu nedenle zaman apriori bir kavramı olup, hiçbir denemeye dayanmadan oluşur ve gelişir. Zaman aracılığıyla insanda "aynı" ve "ayrı" kavramları gelişir. Kişiler, nesneler, olaylar, olgular birbirinden ayrılır, fark edilir, seçilir, anlaşılır.
Sir Isaac Newton zamanın mutlak olduğunu, evren var olsa da olmasa da oluştuğunu söyler. Leibnitz ise, "zaman kendi başına bir varlık değil, yalnızca olayların sırasıdır" diyerek Newton tarifini altüst eder. Albert Einstein da Leibnitz gibi "zamanı olayların sıralanışına göre ölçeriz. Bu olayların dışında, bağımsız bir varlığı yoktur" demiştir. Franklin "Hayatı seviyor musunuz? Öyleyse zamanı çarçur etmeyin, zamanı sıkıştırmaya kalkmayın. Çünkü zaman hayatın kendisidir."
diyor.(Smith, 1998, s. 24). 
Sözlük tarifine göre zaman; olayların geçmişten bu güne gelip, geleceğe doğru bir birini takip ettiği kesintisiz bir süreçtir. Zamanın temel unsuru olaydır ve zaman; sabahleyin yataktan kalkmak, arabaya binmek, işe gitmek, telefonun çalması gibi olayların sırayla, bir biri ardınca oluşmasıdır.
İnsanın toplumsal ortama uyumu, önce yaşadığı ândan, zamandan ve içinde bulunduğu çevreden, mekândan haberdar olmasıyla kabildir. İnsanın zamandan haberdar olması, zaman yönelimi, zamana uyumu söz konusu olduğuna göre, zaman da uyumu bozan bir etken olarak rol oynar. Başka bir deyişle, toplumun oluşturduğu zaman kavramı, birey ve toplum için zararlı etken olabilir.

7. Zamanda Kaybolan İnsan
-------------------------
İ.Ü. Tıp Fakültesi Psikiyatri öğretim üyesi Köknel(1987,s. 203-212) günümüz insanının maruz kaldığı baskıyı araştırdığı kitabında insan hâfızasını bir sicil kaydına benzetmiştir.
Bütün öteki kavramlar gibi, zaman kavramı da hâfızada depolanıp saklanır. İdrak seviyesinde yer alan bütün süreçler ancak zaman kavramıyla birlikte değerlendirilirse anlam kazanır, anlaşılır, tanınır ve yorumlanır. Doğru ve sağlıklı çalışan hâfıza, zaman kaydında, düzeninde, sıralamasında hata yapmaz, karışıklığa düşmez. Bir kuruluşta gelen belgelerin "evrak defterine" kaydedilişi gibi, hâfıza da her kişiyi, eşyayı, olayı oluş sırasına göre kaydeder, not alır, sicilini tutar.
Hâfıza bozukluklarında önce zaman yönelimi bozulur. Hâfıza bozukluğu olan hastalar, içinde bulundukları yıldan, mevsimden, aydan, günden haberdar olamazlar. Hâfızasını kaybeden insan belirli bir ortamda, mekânda varlığını sürdürür. Ama o insan zaman içinde kaybolmuştur. 
• Aç  Aman Bilmez, Çocuk Zaman Bilmez
İnsanda zaman kavramı iki üç yaş dolaylarında benliğin (ego) gelişmesiyle başlar. Üç yaşına kadar kendisiyle başkaları arasında, kendisiyle içinde bulunduğu tabiî ve beşerî ortam arasında ayırım yapamayan çocuk, üç yaşından sonra kendisi, başkaları ve dış ortam arasındaki farkı anlar, sınırı çizer. "Ben" ve "ben olmayan"ı anlar. "Ben" ve "sen" kelimeleriyle kişilik alanını belirler. Üç yaşına kadar sâdece içinde bulunduğu ânı yaşayan çocukta geçmiş ve gelecek; dün, yarın kavramları da gelişmeye başlar. Kendi dışında bir dünyanın bulunduğunu, bu dünyaya uymak zorunda olduğunu anlayan, böylece üst benliği (süper ego) gelişmeye başlayan çocukta, öğrendikleriyle geçmiş; beklenti ve istekleriyle de gelecek zaman kavramı gelişmeye başlar. Canının istediğini yapan bir çocuğa annesinin ya da çevredekilerin "Ben sana ne demiştim, nasıl öğretmiştim, şimdi sırası değil, yemekten sonra olur" biçimindeki tembihatı, onda geçmiş ve gelecek zaman kavramını uyandırır. Bildikleriyle, öğrendikleriyle geçmiş zamana; amaçları, beklentileri, istekleriyle gelecek zamana bağlanır.
"Aç aman bilmez, çocuk zaman bilmez" atasözü, çocukluk çağında zaman kavramının gelişmediğini vurgulamaktadır.

8. Gelecek Korkusu
------------------
Zaman birlikte getirdiği geçmiş ve gelecek kaygısıyla en önemli bir zorlanma sebebi olabilir. "Gelecek korkusu" üst benliğin gelişmesi, insanın beşerî hüviyet kazanmasıyla da açıklanmıştır. Amaçlarına, beklentilerine, isteklerine ulaşmak isteyen çocuğa, gence karşı annenin, babanın, çevrenin, toplumun denetleyici, engelleyici, kısıtlayıcı tutumu bir yandan toplumsallaşmayı sağlarken, öte yandan "gelecek korkusunu” başlatır ve geliştirir. Belirli ölçüler içinde, bu korku insanın çalışması, çabalaması, geleceğini güven altına almak için çaba sarf etmesi bakımından gereklidir. Ancak amaçların, beklentilerin, isteklerin denetlenmesi, engellenmesi, ertelenmesi arttıkça "gelecek korkusu" büyür. İnsanın tüm hayatını etkileyen sürekli bir kaygıya dönüşür. Geçmişindeki kötü bir olaya odaklanıp, hep gözünde canlandıran ve düşünen kimseler karamsarlığı çok iyi başarırlar(!), kolayca korkuya kapılırlar. Bunun gibi henüz olmamış bir şeye odaklanıp(evham), gelecekten korkanlar da vardır. Gerçekte "kaygı" ile "gelecek korkusu" eşanlamlı iki ayrı kavramdır. Kaygısı yüksek olan insan gelecekten korkar. Geleceğinden korkan insanın kaygısı yükselir. Sağlıklı davranışta bulunma imkânı ortadan kalkar. Sınavda başarısız, evlilikte mutsuz, işinde beceriksiz, toplumda silik olacağından endişelenen insan, sürekli kaygı altındadır. Ev ve iş hayatındaki güvensizlik, emekliliğin getireceği ekonomik sorunlar, hastalıklar, ekonomik yetersizlik, işsizlik gibi toplumsal olaylar da gelecek korkusunu artırır. İnsanlarda fıtraten ölüm korkusu vardır. Çağımız insanı tabiî afetler ve felâketler dışında, muhtemel bir atom harbi, iktisadî bunalımlar, göçler, işsizlik, terör gibi olaylara bağlı gelecek korkusunu da yaşamaktadır. Bu sebeplerle, içinde yaşadığımız çağa kaygı, zorlanma, kuşku çağı adları da verilmiştir.

9. Geleceğe Yönelik Mutluluk: Umut
----------------------------------
Gelecek, ölüm ve yok olma korkusunun meydana getirdiği kaygı düzeyi, elem veren duygular insanı mutsuz kılar. İnsan, içinde bulunduğu, yaşadığı toplumsal ortamda başkalarından ilgi, sevgi, saygı bekler. Kendisine güvenmek, kişiliğine saygı duymak ister. Kendisini ispat etmek için çaba harcar. Böylece amaçlarına, beklentilerine, isteklerine erişmeyi tasarlar. Bunlara erişir ya da erişemez. Bunlara erişmeyi tasarladığı sürece mutlu, erişemeyeceğini anladığında mutsuz olur. Kısaca, mutluluğu oluşturan neşe ve sevinç gibi duygular ve hassasiyetler, şimdiki zamandan kaynaklanır. Umut gelecek zamana ait tasarıların şimdiki zamanda meydana getirdiği haz, neşe ve sevinçtir.
• Geçmişten Pişmanlık
İnsan amaçlarına, beklentilerine, isteklerine erişemedikçe, gelecekten umudunu kestikçe mutsuz olur. Mutsuzluk da gelecek korkusunu artırır, kaygı düzeyini yükseltir, zorlanma ihtimalini çoğaltır. Günlük hayatta mutsuz olan, zorlanan, karamsar ve kötümser bir insan, geçmişi eksik, hatalı, kötü biçimde yorumlamaya başlar. Yaşadığı ânı da bu yorumlamanın meydana getirdiği kaygıyla değerlendirir. Meselâ, çalıştığı işte başarılı olamayan insan, "keşke başka bir meslek seçmiş olsaydım" diye pişmanlık duydukça, günlük çalışmasını başarılı biçimde sürdüremez. Bu başarısızlık hâli mevcut kaygı seviyesini yükseltir. Şimdiki kaygısı yükseldikçe gelecek korkusu artar. Geçmiş daha kötü ve olumsuz yorumlanır. Bu durumun sürmesi ruhsal çöküntüye yol açabilir.
• Zamanın Baskısı
Zaman kişilik yapısı ve toplumsal ortamın amaç ve beklentilerine göre de zorlayıcı etken olabilir. İnsanın zamanı değerlendirmesi öncelikle duygu ve hassasiyetiyle bağlantılıdır. Mutlu insan zamanın nasıl akıp geçtiğini anlamaz. Mutsuz insan zamanın yavaş ve zor geçtiğinden yakınır. Duygular ile zaman arasındaki bu nispî bağlantı dışında, amaçlara, beklentilere, isteklere erişmek için gösterilen çabayla zaman arasında da bağlantı vardır. Günlük işini bitirmek isteyen memur, toplantılara yetişmek isteyen yönetici, sınava hazırlanan öğrenci, akıp giden zamanla çabaları arasındaki çatışmayı yaşarlar. Araştırmacılar zamanın sınırıyla zorlanma arasında bağlantı olduğunu belirtmiştir. Özellikle XX. Yüzyılda kentleşmenin, sanayileşmenin, teknolojik gelişmenin getirdiği yaşama biçimi, zamanın baskısının zararlı etken niteliğini artırmıştır.
Başka dillerde de bulunan "vakit nakittir" deyimi, günümüzde birçok toplum ve insan için zamanın baskısını müşahhas olarak gösteren bir yaşama şekline dönüşmüştür. Birçok insan daha çok kazanmak, daha rahat yaşamak için bitip tükenmeyen bir çaba, çalışma ve yarışma düzeni içinde, zamanın baskısından ve meydana getirdiği zorlanmadan çok etkilenmektedir. Oysa para kazanılır, sarf edilir, kaybedilir, yeniden kazanılır. Yitirilen her değerli nesne yeniden kazanılır. Ya da onun yerine bir başkası konur. Ancak geçip giden zaman yok olur. Geri gelmez. J. P. Sartre zamanın bu özelliğini şöyle anlatıyor: "Zaman sonsuzluğun maskesidir." Bu maskenin arkasındaki ölümü görmemek, "gelecek korkusundan" kurtulmak için insanların zamanlarını dengeli, düzenli, plânlı, programlı kullanmaları gerekir. Mauriac şöyle diyor: "Zaman hep uygundur. Mesele ne için uygun olduğunu bilmektir." Ancak zaman kazanmaya çalışırken, Steinbeck'in şu sözlerini de göz ardı etmemelidir: "Zaman kazanmaya çalışırken, çok zaman yitirilir". J.W. Goethe'e göre "eğer doğru kullanırsak, zamanımız yeterlidir".
Zamanın değerini ölçecek doğru kıstaslar bulunmadıkça, zaman baskısı birçok insan üzerindeki olumsuz etkisi sürüp gidecektir. Önceki maddelerde ileri sürdüğümüz Zaman Katsayısı kavramı, herkesin hayatına yeni bir bakış kazandırabilir, bugünden başlayarak geleceğe umutla yönelmesini sağlayabilir.
İşleri ve sorumluluğu nedeniyle sürekli "zamanın yetersizliğinden" yakınan bir holding yöneticisi, sorduğu sorulara aldığı cevaplar biraz uzasa "benim zamanımı çalıyorsunuz" diye bağırıp çağırır, kızıp köpürürmüş. Yönetici bu tutumunu evde de sürdürür, eşine sorduğu sorulara kısa, öz, hatta tek kelimeyle cevaplar beklermiş. Nitekim yönetici bir akşam eve yine telâşla girip eşine sormuş: 
- "Ne yemek var, çocuklar nasıl?"
Eşinin cevabı çok kısa:
- "Bonfile, kızamık!" .............................
Târih, milletlerin zamanlarını ne için, nasıl geçirdiklerini  anlatan bir belgedir. Sâniye sâniye biriken kesitler, bütünleşip, târih olmaktadır. Stefan Zweig, Yıldızın Parladığı Anlar kitâbında, târihte mihenk taşı olmuş "ân"lardan bahseder. 

10. İslâmiyet ve Zaman
----------------------
İslâmın temel kaynakları zamanın anlamı ve günlük hayata  uygulanışı hakkında çok zengin bir referans teşkil etmektedir:

- Âl-i İmrân Sûresi 190. âyet-i celîlesinde "Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde akıl sâhiplerine şüphesiz deliller vardır" buyurulmaktadır.

- "Biz geceyi ve gündüzü birer âyet(delil) olarak yarattık. Nitekim Rabbinizin nimetlerini araştırmanız, ayrıca, yılların sayı ve hesabını bilmeniz için gecenin karanlığını silip(yerine, eşyayı) aydınlatan gündüzün aydınlığını getirdik. İşte biz, her şeyi açık açık anlattık" İsrâ Sûresi 12. âyet-i celîle meâli.

- "İnkâr edenler, göklerle yer bitişik hâlde iken bizim, onları birbirinden kopardığımızı ve her canlı şeyi sudan yarattığımızı görüp düşünmediler mi? Yine de inanmazlar mı? Enbiya Sûresi 30. âyet-i celîle meâli.

- "O, geceyi, gündüzü, güneşi, ayı .... yaratandır. Her biri bir yörüngede yüzmektedirler" Enbiya Sûresi 33. âyet-i celîle meâli

- "İki gün aynı hâlde bulunan, her gün ilerlemeyen, yeni bir şey öğrenmeyen aldandı, ziyân etti." Hadîs-i şerîf. [Tam İlmihâl Seadet-i Ebediyye, s. 10]

- "İnsanların kıymetlerini bilmedikleri iki nimet vardır. Biri sağlık, biri de boş vakittir." Hadîs-i şerîf. [Sahîh-i Buhârî, Ötüken, 14. Cild, s.6354]

- "Musibetlerin en büyüğü vakti faydasız şeylerle geçirmektir." Hadîs-i şerîf. [Enis-ül-va’ızin]

- "Akıllı şu kimsedir ki, günü dörde ayırıp, birincisinde yaptıklarını ve yapacaklarını hesâb eder. İkincisinde, Allahü teâlâya münâcât eder, yalvarır. Üçüncüsünde, bir san'atte veya ticârette çalışıp, helâl para kazanır. Dördüncüsünde, istirâhat eder ve mubâh olan şeylerle kendini eğlendirip, haram şeyleri yapmaz ve onlara gitmez." Hadîs-i şerîf. [İhyâu Ulûmi’d-Dîn]

- "Allahü teâlânın, bir kuluna rahmet etmeyeceğine, ona gazâb ve azâb edeceğine alâmet, dünyaya ve âhirete faydası olmayan şeylerle meşgûl olması, zamanlarını lüzumsuz şeylerle öldürmesidir. Bir kimsenin ömründen bir saati, Allahü teâlânın beğenmediği bir şeyde geçerse, ne kadar çok pişman olsa, üzülse yeridir. Bir kimse kırk yaşını geçtiği hâlde onun hayırlı işleri, yânî sevapları, kötü işlerinden, yânî günahlarından ziyâde olmadı ise, Cehenneme hazırlansın" Hadîs-i şerîf.

- "Vakit keskin bir kılıç gibidir. Mühim işleri bugün yapmalı, mühim olmayanları yarına bırakmalıdır." İmâm-ı Rabbâni R.A.

- "İnsanların sahip oldukları ama geçtikten sonra bir daha, ebediyen bulamayacakları en kıymetli sermaye zamandır." Cüneyd-i Bağdadî K.S.

- "Tasavvuf, ehemmi mühimme tercih etmektir. Vakti en değerli olan şeye sarf etmektir." Ubeydullah-ı Ahrâr K.S.

- "Sizin bugün parayı sarf ederken gösterdiğiniz hassasiyeti, Eshâb-ı Kirâm (aleyhimürrıdvan) zamanlarını kullanırken gösterirlerdi" Hasan Basrî K.S.

- En zor üç şey: Sır saklamak, acıları unutmak, zamanı değerlendirmektir. Sa'di-i Şîrâzî

Mirâc bir ân'da olmuştur. Zamanın, mekânın, madde âleminin dışına çıkılan, Kâinat çapında bir ân...
Zaman hakkında başka mesajları da yakalamak için  âlemin nasıl yaratıldığı üzerinde tefekkür etmeli, "Big Bang" nazariyesi üzerinde düşünmeli ve biyolojik, fizyolojik, psikolojik bir bütün olan insanın hayatı dikkatlice incelenmelidir.
İklimler, gece ve gündüzün gelişi, tabiat ve canlılar âlemi bütünüyle bir zaman ve "tavında yapılmak ve denge" mesajı vermektedir. Hatta kısa vâdede felâket olarak gördüğümüz olaylar; fırtınalar, depremler, seller uzun vâdede daha büyük bir uyum ve dengenin parçası olmaktadırlar. Zamanın akışı içinde bir denge ve âhenk doğmaktadır. Çocuk eğitimi ve karakter teşekkülü belli zamanlarda olmaktadır. Öğrenme ve şekillenme hayatın belli dönemlerinde verimli olmaktadır. Hac, oruç gibi  ibâdetler  kesin zaman şartları taşımaktadır.  Namazlar mü'minin günlük hayatını ne güzel programlamaktadır; Sabah namazı gün doğmadan  kalkmayı, sâkin vakitte ibâdet ve okumakla vakti kıymetlendirmeyi, güne erken başlamayı sağlamaktadır. Öğle namazı yorulan beden ve zihin için iyi bir dinlenme fırsatıdır. İkindi vaktinde günün son işleri gözden geçirilir, iş sonuna hazırlanılır. Mahalle câmisinde kılınan akşam namazı, iş dışındaki komşularımız ile buluşmaya, çevremizle kaynaşmaya imkân verir. Akşam ve yatsı arasında aile fertlerinin birlikte olmaları, sohbet etmeleri için ne iyi bir fırsattır. Yatsı namazından sonra artık oyalanılmamalı, erken kalkmak için erken yatmalıdır. Namazların gün içindeki dağılışı farkında olmadan bize başka şeyleri de kazandırır; Günün iş akışı içinde dünyanın sonlu hedefleriyle daralan ufkumuz, günde beş defa âhiret boyutunu yakalar, sonsuzluğa kucak açar. Maddîleşen tartılar, sertleşen davranışlar mâneviyât ikliminde imbiklerden süzülür, yumuşar. Böylece şaşmayan, yanılmayan ölçülere, varoluş sebebimize ve misyonumuza rücû ederiz. Hedeflerin de hedefi olan, sonlu zamanla sonsuzluğa varmak ebedî ve şaşmaz hedefimizi, kıldığımız namazlar vasıtasıyla hiç unutmayız...
Kalb, yani gönül, mahlukların en üstünü, en şereflisidir. Kalb Âlem-i Halk (madde âlemi, ölçülebilen mahluklar) ile Âlem-i Emr (maddî olmayan, ölçülemeyen âlem, Âlem-i Ervâh) arasında berzahtır. Kalbin bir ân sevmesi, "Kişi sevdiği ile berâber olur" Hadîs-i Şerîfine mazhar olmasıdır. İşte ömre bedel bir ân, netîcesiyle bir sonsuzluk müjdesi... 
Zaman "Çile"sini çekmiş Rahmetli Necip Fazıl'ın ifâdesiyle "Bu kâinat yapısında, karşımıza en büyük tecelli olarak çıkan, Cenâb-ı Hakk'ın azametine ne müthiş bir delil olan zamanı, zamansızlık âleminin hâtırâlarını taşıyan rûhumuzun içimizden dışımıza taşmak isteyişini" bir ân tefekkür edelim istiyoruz. Tefekkür erbâbı zamanı "varlıkla yokluk arası bir raks, bir âhenk" olarak târif ediyor. Bir varlık, bir yokluk... Bir varlık, bir yokluk...
"Zaman, sudan çıkarıp suya daldıran dolap;
Bir varlık ve bir yokluk; her tasta bir inkılâp."
Şu saat, gün, hafta, ay hesabı ne hazin!... Hepsi bir ân içinde gelip geçiyor ve dünya tek ân üzerinde duruyor, içinde bütün zamanı, mekânı ve hareketi eriten başsız ve sonsuz ân, ebediyet!..
"Nedir zaman, nedir?
Bir su mu, bir kuş mu?
"Nedir zaman, nedir?
İniş mi, yokuş mu?
Belki de bir hırsız;
İzi lekesi var.
Belki de bir hırsız;
O yok, gölgesi var. Akrep ve yelkovan,
Varlığın nabzında.
Akrep ve yelkovan,
Yokluğun ağzında."
Zamanın nakşettiği hâdiseler o türlü akar ki, biz her şeyde bir devam görürüz. İmâm-ı Rabbâni hazretlerinin Mektubât kitabında anlattığı "Nokta-i cevvâle"yi düşünelim; ucundan tutup, hızla çevirdiğimiz bir ip, mevhûm bir dâire olarak görünür. Böyle bir dâire görünmektedir, ama aslında yoktur.... Yine Necip Fâzıl'ın ifâdesiyle "zaman bir imtihandır" zamanı idrâk mücerret dâva... Bu ölen dünyada, her ânı yokluk, her ânı varlıktan ibâret bu dünyada zamanın üstüne çıkmak... Bütün sır burada... Bütün vazîfeler burada toplanıyor."
Zaman ve mekân, ilişkisi tefekküre değer. Zaman mekânın(uzay) sırtına binerek görünüyor. Tıpkı bedenimizin içinde bir ruh gizlenmesi gibi. Hep bedeni görüyoruz. Ruh bedene âşık olmuş, kaybolmuş gibi....
Rahmetli S. Ahmet Arvâsi (Necip Fâzıl gibi O da, zamanlı âlemden, zamansızlık âlemine göçtüler)  "Kendini Arayan İnsan" adlı eserinde, mekân, zaman ve Yaratan'ı tefekkür ediyor ve ânı yakalamaya çalışıyor; "Zaman kavramı değişikliklerden doğar. Zaman, akıl için bir değişiklik ifâde eden en süratli bir tekerrür halkasıdır" diyor. A ve B noktaları arasındaki bir mikron mesafeyi ışık hızıyla geçsek ve bunun yüz milyarda birini alsak..., acaba ân bu mudur? Yoksa "ezel" ve "ebed" noktaları arasındaki milyarlarca ışık yılını aşan oluş, yekpâre bir ân mıdır? Sorusunu  getirip, "Yaradan, ezel ve ebed arasındaki oluşu bir ânda var edendir. Yaradan nezdinde oluş, bir tek "OL!" emrinden ibârettir ve bütün zaman bir ânlık bir süredir"... diyor ve aklımızın zamanı "eşit ânların zincirleme bir birikmesi gibi anladığını" söylüyor.
Diğer kaynakların aksine, zaman alınıp-satılamaz, üretilemez, çoğaltılamaz, değiştirilemez, biriktirilemez, depolanamaz, ödünç de kullanılamaz. Zaman havalimanlarındaki yürüyen bant gibi önümüzde tur yapmaz. Hayatın provası yoktur ve yaşama şansımız sâdece bir defadır. Geçen saniye ebediyen gitmiştir, daha gelmeyecektir. Az faydalanıldığında, az tükenmez. Yanlış kullanıldığında yenilenmez. Bu kitâbı okumaya başladığınızdan bu yana geçenler geçti. Oraya bir daha dönme imkânına sahip değiliz.
Bilerek veya gafletle şahsımıza özel zaman hazinemiz olan ömrümüzü doldurmak için saniyelerimizle yatırım yapıyoruz, her saniyemizi vererek bir şeyler kesp ediyoruz. Kirâmen Kâtibin adındaki melekler de üzerimizdeki emâneti (bedenimizi, enerjimizi, bilgimizi, servetimizi, zamanımızı...) nereye, hangi niyetle sarf ettiğimizi hep kaydediyor. Benzetmemi uygun görürseniz, meleklerin çektiği ve zamansızlık âlemine göçtükten sonra seyredeceğimiz bu video kayıtlar, sonsuz hayat için vesika olacaktır. Sonlu imkânlar, sonsuzluk için tartıya giriyor. Değerlendirilirse ne büyük nimet, hebâ edilirse ne müthiş felâket!

11. Zamanın Bedeli
------------------
Ehemmi mühimme tercih etmek, dilimize yerleşmiş bulunan bu deyiş aslında bir hayat düsturudur ve konumuzun özünde yatmaktadır. Aynı şartlarda yapabileceğimiz iki işten daha önemlisini seçmek, o işe öncelik vermek anlamına kullanılır. Vakit birçok işe, maksada tahsis edilebilir. Sarf ettiğimiz her saniyenin bir bedeli vardır. Bu bedel, irâdî olarak yapmadığımız, değerlendirmediğimiz alternatifin bize sağlayacağıdır. İktisatçıların alternatif mâliyet veya fırsattan vazgeçme mâliyeti dedikleri şey... Meselâ size on milyar lira verdiğimi ve gece yarısına kadar harcamanızı istediğimi farz edin. Gece yarısı kapınıza gelip, harcamadığınız para kaldıysa onu sizden geri alacağım. Harcayamadığınız parayı kaybedeceksiniz. Harcanmamış para bırakmak ister miydiniz? Ne kadar harcadığınız, neler satın aldığınız sizin keyfinize kalmış bir iş. Ama diyelim ki bu parayla elbiseler aldınız. Oğlunuza bisiklet, hanımınıza da takı aldınız. Bu harcama kararını verirken aynı zamanda nelere harcamayacağınıza da karar vermiş oldunuz. Satın aldıklarınıza karşılık, satın almadıklarınızın faydasından vazgeçmiş oldunuz. Satın aldıklarınızın maliyeti, alabileceğiniz halde almaktan vazgeçtiğiniz tüm diğer mallardır. Mesela evinize beyaz eşya, salonunuza koltuk takımı, halılar, kütüphanenize kitaplar, yeni bir bilgisayar vs alabilirdiniz. Satın aldıklarınız uğruna bunları feda ettiniz.
Vakit de nakittir. Televizyon seyretmeye iki saat harcamaya karar verdiğinizde, iki saat süreyle uyumaktan veya başka bir işi yapmaktan vazgeçmiş oluyorsunuz. Şu hâlde vakti öyle tahsis etmelidir(öyle katsayılar ile çarpmalıdır) ki, ondan sonraki hiç bir alternatif kullanış tarzı, daha çok kazandıramasın.... Meselâ sizler bu kitaba öncelik verip okumakla bir tercihte bulundunuz. Eğer okumayarak bu süre zarfında  başka bir iş yapsaydınız veya bu vakti gezerek, uyuyarak, eğlenerek geçirseydiniz yine bir fayda, bir tatmin bulacaktınız. Ama o yapabileceğiniz şeylerin faydasından vazgeçmiş oluyorsunuz. Kitabı okuduktan sonra "iyi ki okumuşum" diyebilirseniz, zamanınızı daha isâbetli tahsîs etmiş sayılacaksınız. Ama okuduğunuza pişman olursanız, benim size çıkardığım ve geri döndürülmesi mümkün olmayan bir fatura olarak ödemiş olacaksınız!  Hayatımız boyunca evimizde, iş yerimizde, diğer insanlar arasında, ticârette, eğlenirken irâdemizle böyle tercihler yaparız ve  sonuçlarını yaşarız. Bâzen pişman olur, bâzen seviniriz. Sevinç ve hüznümüz, başarı veya başarısızlığımız yaptığımız seçimlerin arkasında gizlidir. Çünkü aynı zamanı iki defa kullanma şansına sahip değiliz.
İnsan, ne arzu ettiği her şeyi yapabilecek kudrette "Hep" tir, ne de hiçbir şeye gücü yetmeyen, her şeye mahkûm  "Hiç" tir. İnsan "hep" ile "hiç" arasında bir yerdedir. Allahü teâlâ, insanlara irâde-i cüz'iyye ihsân etmiş ve istekli işlerimizi, bizim irâdelerimiz ile yaratmayı ezelde dilemiştir. İşlerin insan irâdesi ile yaratılması, ezeldeki ilâhi irâde ile yaratılması demektir. Sınırlı zaman(dünya hayatı) âhiretin(sonsuz hayatın) tarlası olduğuna göre, bu tarlaya ne ekilmelidir? Bu zamanı nasıl değerlendirmelidir? Cevâbını Kâinatın Efendisi(sallallahü aleyhi ve sellem) vermiştir:
"HİÇ ÖLMEYECEKMİŞ GİBİ DÜNYA İÇİN, HEMEN ÖLECEKMİŞ GİBİ ÂHİRET İÇİN ÇALIŞINIZ."  [İbni Asakir]  Yani bir dünya ve âhiret dengesi içinde yaşamamız işâret edilmiştir.

12. Mücerretten Günlük Hayata
-----------------------------
Bizden zaman ayırmamızı isteyen iç ve dış kaynaklı dürtüler, baskılar arasında oylarımızı hangilerine vereceğiz ve nasıl mutlu olacağız? Uyumak, beslenmek, giyinmek, bakım ve temizlik gibi hayatî ihtiyaçlarımız var. Bunları sağlayabilecek imkânları bulmak için bir meslek edinmeye, çalışmaya ve işimizde ilerlemeye mecbûruz.  Ailemize ve sosyal faaliyetlere, eğlenmeye, öğrenmeye, kendimizle olmaya, gelişmeleri fark etmeye zaman ayırmalıyız. İmkân bulursak başka hayallerimiz var. Televizyon programları "bizi izleyin", olayları naklen yayınlayan ajanslar "sakın bizden ayrılmayın" diyor. Câzip reklâmlar, çarpıcı îlânlar yepyeni ürünlere dikkatimizi çekiyor, bize gelin, bize de zaman ayırın çağrısında bulunuyor.  Biz de çağrıya uyup, yüzlerce kanal arasında zapping yapıp duruyoruz. Eşimiz  kendince program yapmış, hafta sonunda şehir dışına çıkıp, iki gün baş başa olalım istiyor. Büyük oğlumuz birlikte maç izlemeye, küçük kızımız kendisini sinemaya  götürmeye çağırıyor. Yaşlı ebeveyn şehrin öbür yakasında kapısını çalıp, hatır soracağımız günü bekliyor!  Bahçedeki çitlerin budanması, arabanın servise götürülmesi lâzım. Uzun ömürlü bir insanın 30 bin günü var. Kütüphanelerde ise milyonlarca kitap...
Bir seçim yapmak lâzım.
İşçi sendikaları bir insanın bütün haftasını yutan çalışma sürelerine devamlı îtirâz ediyor. Medenî ve dengeli bir hayat için, iş yerinin dışında  ve çalışmanın ötesinde zaman ayırmamız gereken  hususlar bulunduğunu haklı olarak savunuyor. Haftalık iş saatlerinin dışına taşılmamasını, haftada iki gün tâtil yapılmasını istiyor. Avrupa'da  haftalık çalışma süresinin 35 saate indirilmesi tartışmalarını dengeli ve mutlu bir hayat arayışı olarak değerlendirmek gerekir. Onların çalışma süreleri bizim yarımız kadar, verimleri üç-beş kat fazla!
Takvimler ise her gün yeni bir program koyuyor önümüze. Hepimizin kolundaki saat, zamanın bileğimize taktığı bir kelepçedir. Mikrodalga fırınlar, tost makineleri, hazır kahveler, on saniyede eriyen çorbalar, ses duvarını aşan uçaklar zaman tasarruf etmek için bulunmuştur. Cep telefonu şimdilerde yeni bir baskı unsuru oldu. İsterseniz bütün ev araç ve gereçlerinizi bilgisayar uyumlu alıp, hazır programlar kullanarak, model yaşama tarzlarını deneyebilirsiniz...

13. Zaman bir çatışma ve gerilim zemini midir?
----------------------------------------------
Evet hepsini deneyebiliriz. Ama mutlu da olabilir miyiz?
Şehirleşmenin, sanayileşmenin, teknolojik gelişmenin, hep artan bir hızın şekillendirdiği çağdaş toplum hayatı, insanların önüne giderek artan ve ağırlaşan yepyeni uyum kuralları koymaktadır. Bu kurallar ise genelde insanların atmosferik zaman ile ilişkilerini sınırlandırmaktadır. Daha da ötesi biyolojik ritmimizi kronolojik saatin kotalarına göre ayarlamamızı emretmektedir. Bu durum fizikî, toplumsal, entelektüel ve ruhî ihtiyaçlarını tatmin etmek isteyen insanların zaman talebini artırmakta ve üzerlerinde bir zaman baskısı duymalarına yol açmaktadır. Bir ihtiyacını tatmin ederken, bir başka medenî ihtiyacını feda etmek zorunda kalmak, o kimsenin ihtiyaçlarını birbirine rakipmiş gibi algılamasına yol açmaktadır. Zamanını ihtiyaçlarının hangisine ayıracağı sorusu ise insanları sürekli bir çatışma ortamında yaşadıkları duygusuna sürüklemektedir.
Meselâ en çok rastladığımız iş ve aile çatışmasını ele alalım: Genel kanaate göre bir insan işine ne kadar çok zaman ayırırsa o kadar başarılı olur, daha çok para kazanır. Bunun için zamanının daha fazlasını işine ve işyerine ayırır. Bu daha fazla zamanı da ailesine ayıracağı zamandan kısarak bulur. Öte yandan aile hayatındaki başarısı ve mutluluğu ailesi ile daha çok zaman geçirmesini gerektirmektedir. Öyle olunca ev düzeni, eşi ve çocukları ile daha çok zaman geçirmeye yönelir. Bunu da genellikle işine ayırdığı zamanı kısarak bulur! Görüldüğü üzere işinde başarılı ve zengin olmak ve mutlu aile ilişkilerine sahip olmak arzuları çatışmaktadır. Çünkü kullanacağı tek kaynağı zamandır. Birine çok zaman ayırırsa, diğerinden kısmak zorunda kalmaktadır. Bu fâsit daire bir dengesizlik helezonu hâlinde sürer gider ve zamanla daha dengesizleşir.
Bu çatışmayı hayatımızda sayısız olayda yaşarız: Günlük işini bitirmek için cihazlar arasında koşturan ev hanımı, toplantılara yetişmek isteyen idâreci, imtihâna hazırlanan öğrenci, trafik selini yönlendirmeye çalışan polis, ameliyat odasındaki ekip, skor levhasındaki rakamı lehine çevirmek isteyen takım, stratejik noktayı ele geçirmek isteyen askerî birlik, okumaya fırsat bulamadığını söyleyen entelektüel, bir konferansı süresinde bitirmek yükünü taşıyan konuşmacı, eğlenmek için uykusundan çalan gençler hep bu çabaları ile kendilerinden zaman ayırmasını bekleyen diğer ihtiyaçları arasındaki çatışmayı yaşarlar. Eskiden bir bilgiyi edinmek için günlerce uğraştığımızı unuttuk, bilgisayar 30 saniye geç açıldı diye yumruklamaya kalkıyoruz.
Zaman darlığına düşen bir kimse her şeyi kendi üstüne yönelmiş saldırılar zinciri gibi görür. Her şeyi kendisine sataşıyormuş gibi algılar. "Zamanı A alternatifi için tahsis edersem, B fırsatını kaçırıyorum. Bir rolü seçtiğim takdirde, diğer rolleri oynamaktan mahrum kalıyorum. Her tercih mutlaka bir kaybın karşılığıdır" şeklinde anlayanlar kendilerini hep çatışma ortamında hissederler.  Boğazlarına ilmek takılmışçasına kısa vâdeli düşünmeye ve hemen önündeki engellerle boğuşmaya yönelirler.
Aslında iş-aile, ders çalışmak-oyun oynamak, kitap okumak-televizyon seyretmek, eğlenmek-çalışmak, evi düzenlemek-komşu gezmesine gitmek, uyumak-spor yapmak, çocuğun bitmez tükenmez sorularına cevap vermek ve eğitimiyle ilgilenmek yerine kendi akademik konularına gömülmek, personeline uzun uzun anlatacağına bir emir yayınlayıp gereğini rica etmek vs. gibi günlük hayatımıza yansıyan yüzlerce gerilim ve zorlanma bir zaman meselesi değil, bir değerler çatışmasıdır.
• Hız çatışmayı çözer mi?
Yukarıdaki çatışma örneklerine karşı ferden, aile ve toplum olarak veya kurumlar olarak çözüm aranmaktadır. Getirilen çözümlerin çoğu hız kazanmaya, belli zamana daha çok iş sığdırmaya yöneliktir. İleri teknoloji dediğimiz şeylere dikkat edilirse, bunların genelde zamanı daha yoğun kılma ve hızlanma teknikleri olduğunu görürüz. Teknoloji değişirken bizim zamana atfettiğimiz değeri de etkilemektedir.  Bundan 25 yıl öncesine kadar "ölçek ekonomisi" elde etmek için çalışılıyordu ve cüsseli tesisler kurmak çok pirim yapıyordu. "Ortadoğu ve Balkanların en büyük(!) tesisine, dünyanın en cüsseli(!) fabrikasına sahip olmak  için çalışılıyordu. Şimdilerde şans hızlı olanlardan yana kaymıştır. Sektörlerinde dünya çapında önderlik yapan şirketler "geleceği kazanmak" için kıyasıya bir yarış içindedirler. Ürünlerin ömür süreleri kısalmakta, geliştirme süreleri sıklaşmakta ve müşteriler neredeyse ânında hizmet beklemektedirler. Bunun için gelecekteki iş fırsatlarını araştırmak, süratle karar almak, hemen uygulamaya geçmek, rakiplerinden önce piyasada olmak ve tam zamanında piyasadan çıkmak... Zamana karşı amansız bir yarış var.
Oysa bu amansız yarışta başarı kazanmak için asırlık vizyonlar gütmek, on-yirmi yıl, sebatla aynı çizgide çalışmak gerekmektedir. Yani hızlanmamın aldatıcılığından, değerlerin önüne geçmesinden korunmak gerekmektedir. Şimdilerde sektörlerinde çok hızlı hareket eden şirketlerin evlenerek küresel ekonomik güçler oluşturmaya, "sahasında dünyanın en büyük kuruluşu" olmaya çalıştıklarını görüyoruz. Demek ki hızlanmak ta yetmedi. "Büyük" ama aynı zamanda "hızlı" olmaya doğru yeni bir akım başladı...
Yapmak istediklerimizin artışı, zamanla yarış hâlinde. Hepsine kavuşmak istersek, zaman ve imkân yetiştirmek mümkün değil.  Eğer bir öncelik gözetmeden, şuursuzca saldırırsak, sonunda pişmanlık da var. Çünkü bir süre sonra "boşuna kürek çekmiş" olmanın burukluğunu yaşar, heder ettiğimiz zamana yanarız, "değer miydi?" diye hayıflanırız. Hız ve teknoloji insanları daha somurtkan yapmışa benziyor. Hayatın oldukça hızlı aktığı, hareketlerin aşırı derecede programlandığı Danimarka'da eskiden günde yarım saat kahkaha atılırken, şimdi 11 dakika gülebiliyorlarmış. 2000 yılı başlarında insanlar Kopenhag' ta "Gül ve rahatla" mitingine çağırıldı. 100 bin kişi şehir meydanında toplanıp durdukları yerde gülüp kahkaha attılar. Onlar aslında kahkaha atmadılar. Kendilerini unutturan önceliklere ve hızlanmaya isyan ettiler. Değerlerini sorguladılar. Değerler konusunu üçüncü bölümde geniş olarak ele alacağız.

14. Zamanın Farkına Varanlar ve Varamayanlar
--------------------------------------------
Zaman kullanma kavramının insanımızda, kurumlarımızda lâyığı veçhile bilindiğini söyleyemeyiz. Sâhip olduğumuz kaynaklar arasında en az anlaşılan ve en kötü kullanılan kaynak zamandır. Ama nereye gitsek, kime sorsak herkes zamanın yetmediğinden şikâyet etmektedir. Zamanı yetmemek günümüzde moda olmuştur.
Kısa bir anket yapıp, halkımızın ne kadarının para kıtlığından, ne kadarının zaman azlığından yakındığını sorsak ne cevaplar alırdık dersiniz?  Sonra da "zamanım yetmiyor" diyenler arasında devam edip şöyle sorsaydık:
- Zamanı hesaplı kullanmaktan ne anlıyorsunuz?
- Zamanı değerlendirmek sizce ne demek?
Alacağımız cevaplar kim bilir ne değişik öncelikler gösterecektir. Zamanı hesaplı kullanmak. "Katı bir adamın sâdece kendi işini düşündüğü, başkalarını hiç dikkate almadığı, bencil bir davranış" mıdır? Zaman hesabı yapan kimseler, "yanlarına gidilmesinden hoşlanmayan, kapıları kapalı, telefonlara çıkmayan, asık suratlı kimseler" midir? "Kendilerini tecrit etmiş budalalar" mıdır?
Böylesi yakıştırmalar ve mizah, daha mükemmele ulaşma gayretinin bir ifâdesi olan zamanı değerlendirme şuûrunu aslâ yansıtmamaktadır.  Dilimize bir tembellik klişesi olarak yerleşmiş bulunan "zaman öldürmek"  hovardalığı ile bakarsak zaman değeri olmayan bol bol harcanacak bir şeydir. Ama kişiliğimizi, kalitemizi ve hizmetimizi artırmaya yarayan anlamlı proje ve maksatlara kullanmak şuûru ile tartarsak, zaman bir "yatırım" kaynağıdır. Zamanı yatırırsak hâsılâmızı artırırız, kişisel kalitemizi, mutluluğumuzu ve gelecek kuşaklara bırakacağımız mîrâsımızı büyütürüz.
Huxley "Kelimeler, tecrübelerimizi dizdiğimiz ipliktir" diyor. Kıraathane köşelerine çöreklenmiş tembellerin "zaman öldürmek" ifadelerini niçin çok kullandıklarını böylece daha iyi anlayabiliyoruz. Onlar hayatlarını "zaman öldürmek" ile etiketledikleri için, hep bu işi yapıyorlar. Bunun gibi, "hayat bir oyundur", "hayat bir rekabettir", "hayat imtihandır" tarifleri zamanı nasıl algıladığımızı anlatan ölçülerdir. Nitekim atalarımız "lisan, aynıyla insan" demişler. Zamanı "öldürülesi bir boşluk" veya "yatırılacak bir kaynak" olarak görmek arasındaki bu konumumuz, zamanı kavramanın neresinde olduğumuzu belli eder.

15. On Yıl Önce, On Yıl Sonra
-----------------------------
Zamanın farkına varmanın belki en kestirme yolu, kendimizi bir zaman perspektifi içinde düşünmektir(Scott, 1997, s. 10-13 ve Moller, 1995, s.13). Meselâ:
- On yıl önce kaç yaşındaydım?
- Çevreme nasıl, hangi değerlerle bakıyordum?
- Neler giyiyordum?
- Nerede oturuyor, hangi şehirde yaşıyordum?
- Evli miydim?
- Çocuklarım var mıydı? Kaç yaşındaydılar?
- Ne iş yapıyordum? Zihnimi en çok meşgul eden şey ne idi?
- Hangi becerilerim vardı? Bu becerileri zaman içinde geliştirdim mi?
- En çok neyi elde etmeye çalışıyordum? Neyin peşinde koşuyordum?
- Evimde hangi imkânlarım vardı? Geçen sürede ilâveler oldu mu?
- Çalıştığım şirkette haberleşme nasıldı? Hangi iletişim araçları kullanılıyordu?
- Şirkette kararlar nasıl alınıyordu?
- Şirketi nasıl görüyordum? Hangi değerlerle bağlıydım?
- Arkadaşlarım kimlerdi? En çok neleri konuşurduk?
- Geçen on yıl içinde hangi başarıları elde ettim?
On yıl ne çabuk geçmiş. Hayretimizi gizleyemiyoruz. Yukarıdaki sorular arasında cevaplaması en zor olanı sonuncusudur. Geçen on yıl içinde hangi başarıları elde ettim? Düşünüyoruz, tartıyoruz, vicdanen doğruladığımız birkaç başarımızı bulmakta zorlanıyoruz...
Bendeniz 15 yıl önce bilgisayardan çok korkardım. Çünkü bilgisayarla ilk tanışmamın itici etkisini taşıyordum. Ege Üniversitesinde doktora tezimle ilgili araştırma verilerini işlemek ve tablolar çıkarmak ve binlerce korelasyon hesabını yapmak için "elektronik beyin"e ihtiyacım vardı. Merkez Binanın bir katında 500 m2 tutan alanda devâsa cihazlar kurulu idi. Cihazların dilinden pek az kimse anlıyordu. Kapıda özel giysili, burnu yukarda teknisyenler ve anlamadığımız terimlerle konuşan mühendisleri görür ve işimizi teslim ederdik. Onlar makineyle konuşur, bize "çıktı"ları verirlerdi, böylece devam ederdi. Sâdece benim tezimin işlenmesi kattaki herkesi ve makineyi üç saat meşgul etmişti. Bu manzara ve içine giremediğim resmî ortam beni ürkütmüş, soğutmuştu. Ben bilgisayar öğrenemezdim! O zamanlar kişisel bilgisayar edinmek zaten kimsenin aklından geçmezdi... Meğer korkulacak, kaçılacak yanı yokmuş. 44 yaşımda iken müşfik bir dostumdan yarım saatlik ders aldım ve başladım. Onsuz yapamıyorum artık.
Diğer bir tecrübem de sürücü belgesi almam ve araba kullanmam hakkındadır. Beş yıl öncesine kadar sürücü belgesi almaya yanaşmadım. Çünkü cebinde belgesi olan ne kadar çok tanıdığım vardı. Hiç birisi araba kullanmıyordu. Onlara göre "İstanbul trafiği magandalarla doluydu ve canlarından olmak istemiyorlardı". Bu telkinler altında ben de tembelliğe yeterli bir gerekçe buluyordum. Yine bir dostumun teşviki ve bahanelerimi çürütmesiyle 51 yaşımda sürücü belgesi aldım. Güvenle ve zevkle arabamı kullanıyorum. Ailece hayat kalitemiz arttı...
Herkesin bu şekilde çok tespitleri vardır. Bunları ve sebeplerini iyice tahlil etmeliyiz. Şimdi dönüp bir de geleceğe bakalım. Bu daha zordur. Allah nasip eder, ömür verirse:
- On yıl sonra kaç yaşında olacağım?
- Görünüşüm nasıl olacak?
- Nerede yaşayacağım?
- Çalıştığım şirkette nasıl bir çalışma ortamı olacak?
- Küreselleşme ve değişim şirketimi ve benim durumumu nasıl etkileyecek?
- Ne iş yapıyor olacağım?
- Çocuklarım, torunlarım kaç yaşında olacak?
- Arkadaşlarım, dostlarım kimler olacak? Neler konuşacağız?
- En çok neyi istiyor olacağım?
- Etrafıma hangi değerlerle bakacağım?
- Bu on yıl içinde neler yapmak isterim?
Zor  olan, hedef sorumuz yine sonuncusu. Zira gelecek on yıl geçmiş on yılın kopyası olmayacak. Duygusal anlamda, gelecek on yılın daha çabuk geçtiğini düşüneceğiz. Yanlışlarımızı, hatâlarımızı görüp, düzeltmek isteyeceğiz. Yanlışlarımızın arkasında yatan öz değerlerimizi belki yeniden tarif edeceğiz, önceliklerimizi değiştireceğiz. Öz eleştiriden çıkardığımız dersler olacak ve yeniden yöneleceğiz. Eksiklerimizi tamamlamak isteyeceğiz. Meselâ işkolik birisi olarak, gece gündüz iş eksenli çalışmış ve ailemizi, çevremizi ihmal etmiş isek, bunun telâfisine çalışacağız. Hayatı tek boyutlu değil, çeşitli yönleriyle bütün olarak kavrayıp, sorumluluklarımızı yeniden düşüneceğiz. Kalan ömrümüz için birkaç önemli hedef koyacağız. Geleceğe dair tasavvurlarımızı gerçekleştirebilmek için BUGÜN, ŞİMDİ hangi adımları atmak gerektiğini düşüneceğiz.
Bendenizin yukarıdaki iki olaydan çıkardığım derslerim olmuştur. Fark ettiğiniz gibi "kırkından sonra yeni bir şey yapılmaz" inancını yıktım. 49 yaşımda Paris'te yaz üniversitesine gittim. Gerek bilgisayar öğrenmede, gerekse araba kullanmada beni caydıran davranışlar tamamen dışardan ithal ettiğim yargılardan kaynaklanıyordu. Kötü örneklerin "değerleri" beni yönlendiriyordu. Ne zaman ki kendime döndüm, hayatımda yeni pencereler açıldı...
On yıl sonrası için gerçekçi bir plân yapmak son derece zordur. Ama önümüzdeki on yıl içinde neler yapmak isteriz? Sorusuna vereceğimiz cevapları alt alta yazıp, bu yazdıklarımızdan gelecek bir yıl içinde hangisini, ne miktar gerçekleştirmemiz gerektiğini düşünebiliriz. Sonra da bir ay içinde ne yapmamız gerektiğini tasarlayabiliriz. Bu mantıkla yürüyerek, bugünden yarına bir çizgi çizeriz ve bu hat boyunca yürümeye çalışırız. Hayatımızın bundan sonraki yıllarını tasarlamanın zamanı bugündür. O süre geçip gittikten sonra değildir. Şu ânı yakalamalıyız. Yaşadığımız ânı nasıl değerlendirdiğimiz, şimdi ne yaptığımız 2010, 2020 yılında dönüp geriye baktığımızda pişman, şaşkın, hüzünlü veya sevinçli olmamızı tayin edecektir.   
İşte bu bakış tarzı önemli olanları seçip, hedef olarak koymamıza ve teferruat ile vakit kaybetmeyip, zamanımızı ve imkânlarımızı bu amaçları gerçekleştirmeye çalışmamızı sağlar. İnsanların aldıkları sonuçlar arasındaki fark, aynı durumlarda başkalarından farklı yaptıkları şeylerde düğümlenir. Farklı eylemler farklı sonuçlar getirir. BİR ŞEYE İLGİ DUYMAK VE BİR ŞEYİ İSTEMEKLE, BİR ŞEYE KENDİNİ ADAMAK AYNI ŞEYLER DEĞİLDİR. Herkes çocuklarının şahsiyetli ve başarılı olması ister. Ama bu genelde basit bir istek olmaktan ileri gitmez. Çünkü
çocuk büyüyüp, problem doğuncaya kadar hiçbir şey yapmayız. Hepimiz bilgili, aydın kimse olmak isteriz. Ama hiçbir kitap okumayız, eğitim almayız, konferanslara gitmeyiz, kendimizi geliştirici bir adım atmayız. Soruyorum şimdi bu davranışların gerçekçi davranmakla, kendini adamakla ilgisi var mıdır? Şuna, buna ilgi duyuyorum, onları istiyorum, ama kendim hiçbir şey yapmamak şartıyla! Demek olmuyor mu? Ne yazık ki insanların çoğu sâdece istek belirtirler. Hiçbir şey yapmazlar. Sonra da kendileri için özürler üretirler. Amaçlarına ulaşamamanın sorumluluğunu analarına, babalarına, iyi eğitim almamalarına, şanssızlıklarına, çok genç veya artık yaşlanmış olduklarına bağlarlar. Günümüzde sıkça hapishane haberleri izliyoruz. "Hapishane bir ölüm hücresidir, oradan çıkılmaz" diye inananlar orada zihnen veya bedenen ölüyorlar. "Hapishane bir handır. Misafir kalır sonra çıkar gidersiniz" diye inananlar, bir yolunu(!) bulup çıkıyorlar.
Şu hâlde yaptıklarımızın kontrolünü elimize almak zorundayız. Şu ânda, bugün vermekte olduğumuz kararlar, hem bugün kendimizi nasıl hissettiğimizi, hem de 2010,2020 yıllarında ve daha sonraları kim olacağımızı şekillendirecektir. Azmin elinden bir şey kurtulmaz. Kendimizi adadığımız takdirde, olumsuzluklar hapishanesinden çıkmanın elbet bir yolu bulunur.
Günlük yaşayışımızda hepimiz zamanın yetmediğinden şikâyet ederiz. Çare olarak da hız üzerinde yoğunlaşırız. Çabuk yapmak, hemen yapmak isteriz. İşte ilk yanlışımızı da bu sırada işleriz. Çünkü asıl meselemiz zaman yetmediği için daha hızlı koşmak değil, önce doğru yönelmektir, sonra koşmaktır. Asıl meselemiz ne yapacağımızı, hedeflerimizi bilememek, hangisine öncelik vereceğimizi kestirememektir. Kendimizi disipline almamak, öz yönetimi başaramamaktır. Kitabımızın ilerleyen bölümlerinde bu hayat çizgimizin ana bileşenlerini tahlil edeceğiz.

16. İş dünyası ve Zaman
-----------------------
Kalkınmış, güçlü bütün ülkelerde verimliliğin ince hesapları yapılmaktadır ve zaman kullanma bu verimliliğin vazgeçilemez bir tamamlayıcısı olarak anlaşılmaktadır. Batı bütün zamanını  dünya için, servete giden yolda çok iyi kullandı ve kullanıyor. Serveti;  kalitenin, bilim ve teknolojinin, lâboratuarların arkasında görüyor. Uzun ince bir yolda sebatla gidiyor. 1625 yılında F. Bacon "Zaman bütün yeniliklerin anasıdır" Diyordu. 1990'larda Stalk Jr. zamanın; paraya, verimliliğe, kaliteye hattâ yeniliğe eşdeğer stratejik bir silâh olduğunu söylüyor. Birçok sanayi dalında, özellikle otomobil sanayiinde tasarımdan üretime kadar geçen zamanı azaltmak ve piyasanın isteklerine daha uygun sürelerde ürünü arz edebilmek için, gecikme kayıplarını azaltan esnek zaman uygulamaları ile kıyasıya bir rekabet yaşandığını kaydediyor. Eski klasik şirketler maliyet azaltma ve kapasite gibi konularla rekabet etmeye çalışırken, yeni rakipler zaman faktörünü kullanarak, önde gidiyorlar.
"Günümüzde şirketlerin stratejileri zamana hakimiyet üzerine kurulmaktadır. Kaybedilen veya geç kalınan her zaman, verimlilik kaybı ve maliyet artışı olarak sonuçlara yansımaktadır. Zamana hakimiyet konusu şirketlerin uygulamalarına çok değişik şekillerde yansımaktadır: Fırsatı önce fark etmek ve hemen cevap vermek, yapılacak işleri yenibaştan sıralamak, bir piyasaya girmek için en uygun zamanı bulmak, küçülen bir piyasadan en doğru zamanda çekilmek, gelecekte büyüme stratejisini hangi yetenekleri üstüne bina edeceğini tahmin etmek... Netice itibariyle uzun vâdeli plânlar kısa vâdeler içinde sıkça gözden geçirilmektedir(Giget, 1999)
Zamanın farkına varanlar kazandılar ve kazanacaklar, varamayanlar hayal kuracaklar ve kolaycılık peşinde boş yere koşmaya devam edecekler. Nitekim bizler serveti "köşe dönmek", "malı götürmek" sığlıklarında, kolaycılığında arıyoruz. İslâm âlemi zamanın farkına varamadığı için bugün her türlü, hakârete ve aşağılanmaya muhatap olmaktadır. 1960'lardan itibaren ülkemizden Avrupa ülkelerine çalışmak için giden, üstelik en vasıfsız işgücümüzün, oradaki kurulu düzene ve zaman kavramına başarıyla intibak ettiklerini ve çalıştıkları ülkelerin ekonomilerine büyük katkılar yaptıklarını görüyoruz. Bu vatandaşlarımızın üretim /zaman  emsali ülkemizde 1 iken, orada beş ilâ on katı olmuştur. Aynı insanlar ülkemize geri döndüğünde verimleri tekrar ülke şartlarına inmektedir. Burada devletçe düşünülecek ipuçları vardır.

17. Ülkeler ve Zaman
--------------------
Toffler(1992, s.393) zaman ve hız kavramlarını işlerken İkinci Dünya Savaşından sonra  dünyanın kapitalistle komünist ve Kuzeyle Güney diye ikiye ayrıldığını, bugün ise hızlılar ve yavaşlar diye yeni bir ayırım yapıldığını ifâde etmektedir. 
Târihî açıdan baktığımızda, gücün her zaman "yavaş"tan "hızlı"ya doğru kaydığını görüyoruz. Tempoyu belirleyen; alışverişlerin, iş temaslarının hızıdır. Yatırımlarla ilgili kararları vermek için ne kadar zamana ihtiyaç olduğu, sermaye akışının hızı,  yeni fikirlerin, bilgilerin ne kadar zamanda üretilebildiği ve piyasada uygulamaya konulduğudur. 
Hızlı ekonomiler servete ve güce yavaş ekonomilerden daha çabuk kavuşmaktadır.  Nitekim sanayileşen ilk ülke olan İngiltere'de fert başına hayat standardının ikiye katlanması için 58 yıl, ABD'de 47 yıl, Almanya'da 43 yıl ve Japonya'da 34 yıl geçmesi gerekirken, daha düşük hayat standardına sahip Kore'de 11 yıl, Şili'de 10 ve Çin'de ise 9 yıl yeterli olmaktadır. Ülkemiz de bu gruba dâhil edilebilir.  Ama bugünkü Batı standartlarında bir refaha kavuşabilmek için bile ülkemizin yarım asra ihtiyacı olduğunu düşünmeliyiz.  Bu yarım asırda o ülkeler acaba nerelere varacaklar? Çözüm her hâlde doğru ve önemli olanı hızla yapmaktır.
Sahip olduğumuz zaman sermayesini bir yatırım kaynağı olarak doğru değerlendiremediğimiz takdirde Ziyâ Paşanın 130 yıl önce söylediği,
"Diyârı küfrü gezdim, beldeler, kâşâneler gördüm,
Dolaştım mülk-ü İslâmı, bütün virâneler gördüm."
Beytini yeni bin yılda söylemeye devam ederiz! 
Hızlanmanın etkisi, kazanılan her zaman birimini bir önce kazanılandan daha değerli kılarak, müsbet bir geri besleme çemberi oluşturuyor ve daha da hızlandırıyor. Şimdiden zaman, üretimin en kritik etkeni hâline gelmiştir ve ZAMANI KISALTMAK İÇİN BİLGİ KULLANILMAKTADIR. Zaman ne kadar değerlenirse, üretimin geleneksel faktörleri olan hammadde ve emek, değerlerinden o kadar kaybedecek, ekonomik gelişmenin bugün uygulanmakta olan stratejileri baştan sona değişecektir. Batı Avrupa'da bir saatlik çalışma, Endonezya ve Çin'de ancak elli saatlik çalışmayla dengelenebilmektedir(Erny, 1998, s.90).
• İhâleler zaman kazanmak üzerine kurulmaktadır.
Servet yapma sistemi bilgi ve hız üzerine oturdukça, bir şeyler satmak isteyen ülkeler, satın alacakların temposunda hareket etmeye mecbur kalacaklarından, cevap sürelerini hızlandıramayanlar ya anlaşmalarını, ya da yatırımlarını kaybedeceklerdir. Hızlı ülkeleri yavaş ülkelerden kocaman bir duvar ayırmaktadır ve duvar her geçen gün biraz daha yükselmektedir. Nice anlaşmalar, yavaş çalışılan ülkenin verilen târihte teslimâtı yapamaması yüzünden feshedilmiştir. Yavaş ülkelerin insanları, hızlı ülkeden gelen ortak için zamanın ne kadar önemli olduğunu bir türlü anlayamamaktadır. Rekabet şimdi zamana dayanmaktadır. Bir ihâlede "en düşük gün sayısı" yani en erken teslim müddetini teklif eden(en düşük fiyatı veren değil!) işi yüklenir. İşe büyük bir hızla başlanır ve bitirilir. İşi yaptıran müessese o işi hızla devreye sokar ve tesisten beklediği artı değeri elde eder. Müteahhit firma ise, en kısa zamanda işi bitirdiği için genel masrafları düşürüp, en az %25'lik bir kazanç temin eder. Bu kazanç yıl sonunda vergilendirildiğinde mâliye bunun büyük bir kısmını vergi olarak geri aldığı için; işi yaptıran da, işi yapan da, devlet hazinesi de kazançlı çıkar... 
Gelin görün ki böyle olmuyor, olamıyor: Hatırlarsınız, 2000 yılına Atatürk Hava Limanı yeni terminalinin açılışını yaparak girdik. Televizyon ve gazeteler haberi "Dünyanın en hızlı inşa edilen terminali" vb başlıklarla verdiler. Bu çapta bir inşaatın 22 ayda tamamlanmasını övdüler. İnşaat süresi bakımından düşünüldüğünde doğrudur, gerçekten kıvanç vericidir. Ama proje olarak ele alındığında koca bir ayıp yatmaktadır! Zira bu proje ilk defa 1990 yılında ihâleye çıkarıldı. Sekiz yıl ihâle iptal ve tekrarlarıyla, türlü çeşitli tirajı-komik bürokratik muamelelerle geciktirildi. Gecikmenin bedelini milletçe ödedik.
Aynı şekilde KİT'lerin özelleştirilmesi ihâlelerini bir türlü tamamlayamadık. Sâdece T'nin ihâlesindeki gecikmenin ülkemize onlarca milyar dolar kaybettirdiği  bilinmektedir. Nükleer santraller yapımındaki çeyrek asırlık gecikme, ülkemizi 21. Asırda elektrik kesintileri ile, mumla yaşamaya veya Bulgaristan'dan elektrik enerjisi ithâl etmeye mahkûm etmiştir.
İletişim teknolojisindeki baş döndürücü gelişme, bizi ekonomik konjonktürleri başka türlü yorumlamaya ve daha erken davranmaya zorlamaktadır. 10 yıl öncesine kadar, konjonktür uzmanları şöyle düşünürlerdi: Sanayii baştan aşağı değiştiren kısa süreçlerin arkasından uzun istikrar dönemleri gelir, derlerdi. Oysa şimdi kısa süreli durulmalardan sonra sürekli kargaşa yaşanmaktadır. İletişimin pompaladığı değişim hızı bazen rahatsız edici seviyelere çıkmaktadır. 1998 yılında Asya'da yaşanan malî kriz buna en güzel örnektir. On beş yıl önce hisse senetleri ve döviz piyasalarında bir patlama ya da çöküşün dünyaya yayılması için haftalar, aylar geçmesi gerekirdi. Şimdi piyasaların oyuncuları birbirlerine dijital olarak bağlı olduğu için, önemli piyasalardaki iniş ve çıkışlar, derhal diğer piyasalara sirayet ediyor. Nitekim, Malezya'da başlayan bir kıvılcım, iki günde tüm Uzak Doğu piyasalarını sardı, Rusya'ya, oradan da Brezilya'ya atladı. Bugün şirketler kur değişmelerine, kredi risklerine, piyasa şartlarına hızla tepki vermek zorunda. Şirketlerin elektronik piyasaların hızına ayak uydurması(hangi hisseleri alıp hangilerini elden çıkaracaklarına veya döviz pozisyonlarına süratle karar verip, uygulamaları) gerekir. Bu hıza uyanlar kazanıyor. Bu hıza uyamayanlar seyretmekle yetiniyorlar.
Az gelişmiş ülkelerin karşılaştığı en ciddî kıtlık, ekonomiyle ilgili bilgidir. XXI. yüzyılın ekonomik gelişmeye ve güce giden yolu artık hammaddenin ve insanların beden gücünü sömürmekten geçmemekte, insan aklının kullanılmasından geçmektedir. Kapatılması gereken "uçurum", yavaşlarla hızlılar arasındaki bilgi akışı ve elektronik uçurumudur. En kaliteli güç kaynağı olan bilgi her geçen nano-saniyeyle biraz daha önem  kazanmaktadır. 
Sâdece 1997 yılında üretilen bilginin, tarihten  günümüze kadar üretilen bilginin altıda biri olduğu hesaplanmıştır. ABD'de bir dakikada 24 ciltlik ansiklopedi hacminde bilgi üretilmektedir. Bilginin böylesine hızla yenilenmesi karşısında ayakta durabilmek için, kişilerin zamanlarının %10-25'ini bilgilerini yenilemeye ayırması gerekmektedir.(Akgül, 1998, s. 13)  
Zamanı değerlendirmek, ömrünü boşa harcamamak iş dünyasının, bilim adamlarının, öğrencilerin görevi değildir. Sâdece gençlerin, dar gelirli kesimin meselesi olarak da ele alınamaz. Ev hanımlarının, sanatçıların, edebiyatçıların, çırakların, patronların, ömrünün son demlerini yaşayan pîr-i fânîlerin, velhâsıl yaşayan ve nereden gelip, nereye gitmekte olduğunu düşünen, düşünmek görevinde olan, idrâk sâhibi herkesin müşterek konusudur.

18. Zamanı Değerlendirmek üzerine yazılar
-----------------------------------------
Zamanı daha iyi değerlendirmek konusunda 1960 yılına kadar yayınlanmış eserlerin sayısı pek az. Bu tarihten îtibâren Batı Ülkelerinde giderek artan sayıda araştırma ve yayınlar yapılmıştır. Yönetim ve Organizasyon konularının bir parçası olarak işlenmekte, kişisel gelişmenin çok önemli bir disiplini olarak görülmektedir. Son zamanlarda ülkemizde de tercüme ve telif yazıların  görülmeye başlaması bu konudaki talebin ve entelektüel arayışın ürünüdür, memnuniyet vericidir. Şirketler  çalışanlarının zamanını daha verimli kılmak maksadıyla "zamanı değerlendirme eğitimi" piyasasının genişlemesine öncülük etmektedir. Patronlar, işadamları zamanın farkına vardıkça elemanlarını  3-5 tam gün süren eğitim seminerlerine göndermektedir. Tüm dünyada son 30 yıldır artarak gelen talebi karşılamak üzere bilgisayarlar için Takvim / Ajanda programları geliştirilmiştir. Kullananlara büyük kolaylıklar sağlamakta ve zaman kazandırmaktadır.
Şeyh ül Muharrirîn Ahmet Kabaklı(1998)Zamanı güzel kullanma zaruretini tam zarafetle anlatan BİR ŞİİR sunuyor bize. "Bu şiiri bir Portekiz kahvesinde dinlemişler. Daha sonra şair Ayhan İnal beyin eline tutuşturmuşlar. Ben de size naklediyorum. İsterseniz hikmet gibi isterseniz şiir gibi okuyunuz" diyor:
ZAMANI  SEVE SEVE KULLANMAK
Bankada bir hesap sahibi olduğunu
Düşün, hesabına her sabah 86.400
Dolar para yatırılıyor,
Fakat bu paranın hepsini akşama
Kadar harcamak zorundasın,
Ertesi güne transfer edilemez.
Paranı kullansan da kullanmasan da
Hesap her akşam sıfırlanıyor.
Ne yaparsın?
Tabii ki hepsini harcamaya çalışırsın;
Hepimiz, zaman adlı bu bankanın
Müşterileriyiz;
Her sabah 86.400 saniyeye sahip
Oluyoruz; yarına transfer edilemez,
Her sabah hesabımız dolar,
Her akşam boşalır.
Geri dönüş yok,
Saniyelerini şu ânı yaşayarak harca,
En iyisi bunlarla iyi bir yatırım yap.
Mutluluk, sağlık ve başarı için.
Zaman kaçıyor.
Her gün için en iyisini yap.
BİR SENENİN
Değerini anlamak için
Sınıfta kalmış bir öğrenciye sor.
BİR AYIN
Değerini anlamak için,
8 aylık bir bebek doğuran anneye sor.
BİR HAFTANIN değerini anlamak için,
Haftalık dergi çıkaran bir çilekeşe,
BİR SAATİN değerini anlamak için,
Kavuşmayı bekleyen sevgililere sor.
BİR DAKİKANIN değerini anlamak için,
Trenini kaçıran yolcuya sor.
BİR SANİYENİN değerini anlamak için,
Bir kazayı önleyemeyen sürücüye sor.
BİR SANİYENİN YÜZDE BİRİNİN
Değerini anlamak için
Olimpiyatlarda gümüş madalya kazanan koşucuya sor.
HER ÂNINI değerlendir, her dakikanı
Çok özel biriyle paylaş.
Zamanına ortak edebileceğin
Kadar özel biriyle.
Unutma zaman hiç kimse için durmaz.
Geçmiş zaman
Tarihtir.
Gelecek zaman
Sırlar, meçhullerle dolu.
Sâdece şu ân
Sana verilen gerçek bir armağandır.
Bu hafta dostluk haftası olsun.
Arkadaşlar bulunmaz
Mücevherlerdir.
Bizi üzerler, cesaretlendirirler ve
Zaman zaman avuturlar.
Kalplerini bize açarlar.
Arkadaşlarına, onları sevdiğini göster.
Arkadaşlık mesajını herkese gönder,
Cevap alırsan bütün hayatın için bir
Dostun bulunduğunu anlarsın.
Onlara ne kadar çok ihtiyacın olduğunu ve senin için ne kadar
Önemli olduklarını
Dikkatle denersen görürsün.
Bu kitâbın sonunda, istifâde ettiğimiz bâzı kaynaklar bildirilmiştir. Okuyucularımıza yardımcı olmak ve dünya literatüründen bir özet sunmak maksadıyla Zaman Yönetimi hakkında yazılanları sistematik tarzda aşağıda sunuyoruz. Bu konuda daha geniş bilgi almak isteyenler Covey ve arkadaşlarının Önemli İşlere Öncelik  kitabına başvurabilirler.
Adı geçen eserde Zaman Yönetimi hakkında yazılanlar sistematik bir tarzda incelenerek sekiz temel yaklaşıma indirgenmiş ve her biri güçlü ve zayıf yanlarıyla sunulmuştur. Bu çalışmayı kısaltarak aktarıyoruz:
• "Kendini Toparla" Yaklaşımı
Bu yaklaşım, zaman yönetiminde ortaya çıkan problemlerin büyük bir kısmının hayatımızdaki düzensizlikten kaynaklandığını iddia eder. Çoğunlukla, istediğimiz şeyi aradığımız anda bulamayız. Sürekli olarak bir şeyler arada kaynayıp gider. Çoğu defa, cevap sistemde yatar: Dosyalama, gelen-giden evraklar, hatırlatma ve veri tabanı sistemlerinde. Bu sistemler genellikle üç alandaki düzenleme üzerinde odaklanır:
- Nesneleri düzenlemek (anahtarlardan bilgisayar ekranlarına, dosyalama sistemlerinden evrak dolaplarına, büro alanından mutfak alanına kadar her şeye çekidüzen verir)
- Görevleri düzenlemek (basit listelerden karmaşık planlama tablolarına ve proje yönetimi yazılımlarına kadar çeşitli araçlar kullanarak, "yapılacak işleri" bir düzene ve sıraya sokar),
- İnsanları düzenlemek (gerek kendinizin gerekse başkalarının yapabileceği işleri tarifler, yetki devreder, olup bitenlere hâkim olmak için izleme sistemleri kurar).
Bir şirket zor duruma düştüğünde, yeniden düzenleme, yeniden yapılanma, her şeyi silkeleme ve "kendimizi toparlama" zamanı gelmiştir diye düşünülür.
Güçlü yanları: Bize zaman kazandırır ve daha verimli olmamıza yol açar. Anahtarları, giysileri ya da kaybolmuş raporları arayarak zaman yitirmeyiz. Çabalarımızı boşa harcamayız. İşlerimiz bir tertibe girer.
Zayıf yanları: Tehlikeli olan şudur: Düzenleme, daha büyük amaçlar için bir araç olmak yerine, başlı başına bir amaç haline gelir. Zamanın çok büyük bir bölümü üretim yerine planlamaya harcanır. Birçok kişi, plânlarla meşgul olduğu için işini yaptığını sanır, oysa aslında, önemli işi bitirmek yerine ertelemiş olabilirler. Aşırıya gidildiğinde, plânlama gücü bir zaafa dönüşür. Aşırı yapılanmış, kılı kırk yaran, esneklikten uzak ve mekanik hâle gelebiliriz. Bu, bireyler için olduğu kadar kurumlar için de geçerlidir.
• Savaşçı Yaklaşım
Savaşçı Yaklaşım, kendine ayrılan zamanın korunması ve üretim üzerinde odaklanır. Birçoğumuz kendini, boğucu bir ortamın talepleriyle kuşatılmış hisseder. Yapılacak işlerin, çalışanların üstesinden gelebileceğinden çok daha fazla olduğu ortamlarda çalışırız. Bilgisayar ağına bağlı bir takvimimiz varsa, açtığımızda, hayatımızın önümüzdeki altı ay boyunca programlanmış olduğunu görürüz. Cevaplanması gereken tele sekreter mesajları vardır, insanlar sürekli kapımızı çalar. Yapmamız gereken katkıyı, verimli ve bağımsız çalışmamız için gereken sakin, rahatsız edilmediğimiz bir zamanımız olmadıkça, asla yapamayacağımızı biliriz. Zamana Karşı Savaşan kişi, saldırıları geri püskürtmek için bir şeyler yapmazsak sistemin bizi diri diri gömen bir çığa dönüşeceğini kavrar. Dolayısıyla, Savaşçı Yaklaşım kendini korumak, yeterince verimli ve bağımsız çalışabilmek amacıyla zamanına sahip çıkmak üzerinde odaklanır. Bunu yaparken bâzı teknikleri kullanır:
- Kendini tecrit eder(sekreteri devreye sokar, kapıları kapatır, tele sekreter kullanır, bebek bakıcısı tutar ve anlamsız iletişimleri reddeder)
- Yalnız kalmak (rahatsız edilmemek için yalnız kalınabilecek bir yere çekilir.)
- Yetki devretmek (daha etkili işlere zaman ayırabilmek için başkalarına görev verir)
Güçlü Yanları: Bu yaklaşımın güçlü yanı, zamanımızın sorumluluğunu kişisel olarak üstlenmeye dayalı olmasıdır. Verimli ve bağımsız çalışabilmek için sakin, rahatsız edilmediğimiz bir zamanımız olduğundan, üretebiliriz. Hepimiz zaman zaman, özellikle de son derece üretken bir işe giriştiğimizde, bu tür bir zamana ihtiyaç duyarız.
Zayıf Yanları: Bu yaklaşım temelde, başkalarını düşman olarak görür. "Onlar senin programına müdâhale etmeden, sen onlarınkine et." Hayatta kalmayı gözeten bir paradigmadır: Tecrit etmek, sindirmek, sınır koymak, toplantıları insanları sinirlendirmeden yönetmek, hayır demek, insanları çalışma odasından çıkartmayı öğrenmek, konuşmanın ortasında telefonu kapatmak gibi insan ilişkileri yönlü teknikleri öğretir. Bu yaklaşım, istediğimizi yapabilmemiz için insanların yolumuzdan çekilmesini sağlayabilir. Ancak yapmak istediğimiz şey onları da kapsadığında, genelde işbirliğine hiç de hevesli olmadıklarını fark ederiz. İnsanlar bir kenara itildiklerini hisseder ve bilinçli olarak ya da bilinçaltından, karşı saldırıya geçerler, çok daha fazla zaman harcamayı gerektirecek bir sürü problem üretirler. Bu korunmacı yaklaşım hayatın karşılıklı bağımlı olduğu gerçeğini gözardı eder ve zorlukların katmerleşmesine sebep olabilir. Başkalarını işe engel gibi algılamaya başlandığında mesele çıkarır. Kısa vâdede "çok üretken" olabilsek de uzun vâdede yakamıza yapışır.
• Hedef Yaklaşımı
Bu yaklaşım temelde, "Ne istediğini bil ve başarmak için çaba harca"  der. Uzun, orta ve kısa vâdeli plânlama, hedef belirleme, gözünde canlandırma, kendini motive etme ve olumlu bir düşünce tarzı meydana getirme gibi teknikler ihtivâ eder.
Güçlü Yanları: Bu, dünya çapında performans gösterenlerin, Olimpik sporcuların yaklaşımıdır. Daha az yeteneğe sahip kişilerin, bedelini ödemeye râzı olarak - yani, kuvvetleri örgütleyerek, enerjiyi yoğunlaştırarak, dikkatinin dağılmasını reddederek, araya engel girmesine izin vermeyerek - daha büyük yeteneklerin performansını aşma gücüdür. Kişisel gelişim alanında önlerine hedef koyan birey ve kurumların daha başarılı oldukları tespit edilmiştir. Hedeflerini belirleyip bunlara ulaşmaya çalışan kişilerin, genelde istedikleri şeyi başardıkları bir gerçeğinden hareket etmektedir.
Zayıf Yanları: Başarı merdivenini tırmanmak için Hedef Yaklaşımı'nı kullanan ve bin zahmet çekip sonunda merdiveni yanlış duvara dayamış olduğunu fark eden çok kişiler vardır. Hedefleri belirleyip, bunlara ulaşabilmek için olağanüstü çaba harcarlar. Ancak istedikleri şeyi elde ettiklerinde, bunun bekledikleri sonucu getirmediğini görürler. Hayat boş, sönmüş bir balon gibi görünür. Hedefler ilkelere ve temel ihtiyaçlara dayalı değilse, hedefe kilitlenen insanlar hayatlarındaki dengesizliğe karşı körelir. Milyarlık gelirleri olabilir, ancak birkaç boşanmanın ve kendisiyle konuşmaya bile yanaşmayan çocukların acısıyla yaşamaktadırlar. Toplumsal imajları göz kamaştırıcı olabilir, ancak özel hayatları bomboştur. Alkışlara boğulurlar, ancak ne zengin ve doyurucu ilişkileri vardır, ne de içten gelen bir bütünlük anlayışları.
• Önceliklerin Sıralanması Yaklaşımı
Bu Yaklaşım, "İstediğinizi yapabilirsiniz, ama her şeyi yapamazsanız," der.  Çabaların öncelikle, en önemli işler üzerinde yoğunlaştırılmasını,  değerlerin açıklığa kavuşturulmasını ve görev sıralaması yapılmasını tavsiye eder. İddiası şudur: Neye ulaşmak istediğinizi biliyorsanız ve çabalarınızı öncelikle o işlerin üzerinde yoğunlaştırırsanız, mutlu olursunuz.
Güçlü Yanları: Bu, geleneksel "önemli işlere öncelik" yaklaşımıdır. Düzen ve tertip sağlar. Günlük hayatta en öncelikli görevler üzerinde odaklanma teknikleri sunar. Yakın zamanlarda yazılmış eserler hayat boyu sürecek öncelikleri göz önünde bulundurma kavramını geliştirmektedir. Bunlar, "önemli işlerin" değerleriniz ve inançlarınızla bağlantılı olduğunu ve değerlerinizi netleştirmenin önemli işlerinizi öncelikle yapmanız için size bir çerçeve sağlayacağını söyler. Değerlerle ilgili bu daha derin analiz yararlı ve üreticidir.
Zayıf Yanları: Başlıca yanılgısı; değerlerin netleştirilmesi, hayat kalitesini ilkelerin ve tabiî kanunların belirlediği gerçeğini göz ardı etmesidir. Yanlış duvarlara dayalı o merdivenlerin tepesinde dikilip, değer verdikleri şeylere ulaşmanın kendilerine hayat kalitesi getirmediğini söyleyen çok kişi var. Bu insanlar şuurlu olarak ya da şuuraltından, o sıralarda çok önemli görünen değerlere dayanarak hareket etmişlerdi. Hedefler belirleyip, önceliklerine ulaşmak için olağanüstü çaba harcamışlardı. Ancak istediklerini elde ettiklerinde, bunların bekledikleri sonuçları getirmediğini fark etmişlerdi. Hayatımızın belli bir döneminde bir şeye değer vermemiz, buna ulaşmanın kalıcı bir mutluluk getireceği anlamına gelmez. Tarih, değer verdikleri şeyi elde ettikleri hâlde "başarıya" ya da mutluluğa ulaşamayan fert ve toplum örnekleriyle doludur. Neye değer verdiğimizi bilmeye ilâveten insana mahsus hayal gücü ve hür irâde de dikkate alınmalıdır. Temelde, değerlerimiz doğru ilkelerden kaynaklanmıyorsa, asla derin bir doyuma ve hayat kalitesine kavuşamayız.
• Teknoloji Yaklaşımı
Sihirli Araç Yaklaşımı, doğru aracın, doğru takvimin, doğru plânlamanın, doğru bilgisayar programının bize hayat kalitesi sağlayacağı varsayımına dayalıdır. Bu araçlar gerçekten de öncelikleri izlememize, işleri plânlamamıza ve ana bilgiye rahatça ulaşmamıza yardımcı olur. Temelde, sistem ve yapıların daha etkili olabilmemiz için bize yardım edeceğini varsayar. Meselâ deri kaplı lüks ajandalar, bir mevki işâretidir. Hayatta hızla ilerlendiğimizi ve derli toplu olduğumuzu gösterir!
Güçlü yanları: Araçların etkili bir şekilde kullanılması şüphesiz çok önemlidir. Doğru araçlar, ev kurmaktan hayat kurmaya kadar, güçlü bir fark meydana getirebilir.  Araçlar bir umut nişanı hâline gelmiştir.  Düzeni çağrıştıran bir şeyi el altında bulundurmaktan gelen bir düzen duygusu vardır. Not almaktan, yapılan işleri liste üzerinde işâretlemekten, hayatımızdaki önemli işleri dikkatlice izlemekten gelen bir tatmin duygusu vardır.
Zayıf Yanları: hayat kalitesini belirleyen dış gerçekliklerin hiç dikkate alınmaması bir eksikliktir. Teknolojinin her şeyin cevâbı olduğuna dâir temel varsayım da hatâlıdır. En mükemmel araç bile vizyonun, ölçüp biçmenin, yeniliğin, karakter ya da yeterliliğin yerini tutamaz. Büyük bir kamera, büyük bir fotoğrafçı meydana getirmez. Mükemmel bir kelime işlemciden büyük bir şâir doğmaz. Mükemmel bir plânlayıcı da mükemmel bir hayat meydana getirmez. İyi bir araç, hayat kalitesi meydana getirme yeteneğimizi geliştirebilir, ancak bunu asla bizim adımıza yapamaz. Araçlar çoğu zaman esneklikten ve tabiîlikten uzaktır. Hayatın doyurucu olması gereken anlarını önceden belirlenmiş gündelik zaman dilimlerine sıkıştırarak, tabiî ritmi ve dengeyi bozarlar.
Zaman yönetimi araçlarını tasarlandıkları şekilde kullanan kaç kişi vardır? Araçları sağlayan kişiler bile bunu yapanların sayısının çok  az olduğunu îtirâf ediyor. Yönetim danışmanları, ajandaların şık randevu defterleri gibi kullanıldığını ya da masa çekmecesinde açılmadan bırakıldığını bildiriyor.
• Beceriler Yaklaşımı
Beceriler Yaklaşımı, zaman yönetiminin temelde, muhasebe ya da kelime işlem gibi bir beceri olduğu paradigmasına dayalıdır ve günümüz dünyasında etkili olabilmek için, şu tür becerilerde uzmanlaşmamız gerektiğini söyler: Bir plânlayıcı ya da randevu defteri kullanmak / yapılacak işler listesi oluşturmak / hedef belirlemek / yetki devretmek / plânlamak / öncelikleri sıralamak... vs.
Bu temel beceriler, hayatı sürdürebilmek için gerekli olan bir tür sosyal okur-yazarlık meydana getirmektedir.  İnsanların plânlama, hedef belirleme ya da yetki devretme becerilerinden mahrum olması, kurumda ciddî bir etki meydana getirebilir. Birçok kuruluş, insan kaynakları geliştirme programlarının bir parçası olarak, bu maksatla tasarlanmış kasetler, el kitapları hazırlıyor ve kurslar düzenliyor.
Güçlü Yanları: Özellikle kuruluşun değer verdiği meslekî becerilerde bâzı ilerlemeler kaydedilmektedir.
Zayıf Yanları: Eğitimin derinliği ve kalitesi en önemli konudur. Ama burada öğretilen paradigmalar  doğru ilkelerle bağlantılı olmayabiliyor. Kişisel ya da kurumsal kalite, beceri ve teknikten çok, kişilerin karakter ve davranışlarını ilkelerle uyumlu kılma yeteneğine bağlıdır. Günümüzde, zaman yönetimi eğitim programlarının çoğu çeşitli teknik ve zaman tasarrufu hileleriyle doludur. İnsanların bu ilkeleri uygulayarak güçlendiklerine ender  olarak rastlanmaktadır.
• "Kendini Akıntıya Bırak" Yaklaşımı
Bu yaklaşım,  geleneksel zaman yönetimine göre, zaman ve hayat hakkında bir dizi farklı varsayım üretir. Temelindeki paradigmaya göre, "akıntıya kapılma"yı öğrenip hayatın doğal ritmine dönmek, yaşantımızı beklenmedik fırsatlara açar.
Bu konuda yazılanların birçoğu, Doğu kültürlerinden ilham almıştır. Bu yaklaşım aynı zamanda, her türlü canlı yaratıkta birtakım titreşimlerin olduğunu ve saatlerimizin, bilgisayarlarımızın, cep telefonlarımızın saniyenin milyonda birini ölçen mekanik dünyasında yaşamanın, bizi kendi bedensel ritmimizle çelişkiye düşürdüğünü, ciddî rahatsızlıklara ve diğer problemlere yol açtığını öne süren biyolojik araştırmalara da dayalıdır. Geleneksel zaman yönetimine karşı çıkan bir harekettir.  Diğer yaklaşımların sistem ve paradigmalarıyla yenik düştüğünü hissedenlerin sığındığı bir yerdir. Okullarımızda, ibadet yerlerimizde, iş yerimizde, evimizin her bir odasında saat bulunduruyoruz. Hatta bileklerimizde bile minyatür saatler taşıyoruz. Gelecekte uygarlığımızın kalıntıları arkeolojik bir kazıyla ortaya çıkarıldığında, toplumumuzun saatlere taptığı sonucuna varılacağı öne sürülmüştür. Ancak bazen, zorlamalı görünen hızlı bir yürüyüşün ortasında saatlerden, telefonlardan ve bilgisayarlardan uzak, etraftaki ve içimizdeki doğal ritimlerin farkına vardığımız, san'at, edebiyat ya da bahçecilik gibi sevdiğimiz bir şeyle uğraştığımız "zamandan bağımsız"  anlarımız olabilir.  Hayatımızda bu anların artmasını isteriz. Üzerimize sürekli baskı yapan "âcil" işlerin egemenliğinden uzaklaşırız. Genelde bu yaklaşım, âciliyet bağımlılığına karşı bir tepkidir. Vizyon, amaç ve denge gibi hayâtî unsurların kaybına yol açar. Başarı çoğu kere, kendini akıntıya bırakmak yerine, irâdeyi kullanarak akıntıya karşı yüzmekle kazanılır.
• İyileştirme Yaklaşımı
Son zamanlarda yazılan ciddî eserlerden bâzıları, İyileştirme Yaklaşımı diye bilinen şeyler ortaya attı. Erken yaşta bir rol örneğinden ya da aile kültüründen etkilenen ferd, "mükemmeliyetçi" hâline gelebilir; yetki devretmekten korkar, her şeyi en ufak ayrıntısına kadar yönetmeye eğilimlidir, kaynakların etkili kullanımını aşan projeler üzerinde aşırı zaman harcar. Çocuklukta ya da çevre baskısıyla benimsenen "insanların hoşuna gitme" senaryosu, reddedilme korkusuyla aşırı yükümlülük ve aşırı iş üstlenmeye dönüşebilir. "İşleri sürüncemede bırakan" kişi, geçmişteki başarıları başka birini incittiyse ya da aile hayatında çok pahalıya mal olduysa, başarısızlık kadar başarıdan da korkabilir. Önerilen çözüm, zaman yönetimi problemlerini meydana getiren psikolojik ve sosyolojik yetersizliği iyileştirmektir.
Bu yararlı bir yaklaşımdır, çünkü davranış tarzımızı meydana getiren bâzı paradigmalar, yani problemin kökleri üzerinde odaklanır. Öz bilincin gelişmesine yol açar ve insanları temel değişimlere ve ilerlemelere hazırlar. Bu yaklaşım değerli iç görüler sağlayıp meselenin bir parçasını tamamlamaya yardımcı olsa da, reçeteden çok teşhis değeri taşır. Benimsenmiş olan pek çok yaklaşım en temel konularda bile birbiriyle çelişkilidir. Ayrıca, çok dar bir alanı kapsar. Zaman yönetimiyle ilgili birçok değişik problemle ilgilenmez."
Covey ve arkadaşlarının "Zaman Yönetimi" üzerinde yazılanlar için tenkitleri böyle. Kendilerinin  Önemli İşlere Öncelik kitabında getirdikleri yenilik ve farklılığı da biz şöyle özetliyoruz: Hayatı bir bütün olarak düşünüp, fizikî, ruhî, entelektüel ve sosyal ihtiyaçları tam olarak karşılamak lâzımdır. Bunun için kendinizce önemli olan işleri ve rolleri tespit ediniz. Bunların hepsini gözeterek yaşayınız. Hız kavramına, kısa zamanda çok şey yapmak heveslerine kapılmayınız. Ne yapacağınıza, neden yapacağınıza ve nasıl yapacağınıza sükûnetle  düşünüp, karar veriniz ve vicdanınızın doğruladığı şekilde bunu uygulayınız. Sâdece saate endeksli yaşamak huzur getirmez. Haftalık perspektif içinde yapacaklarınızı düşününüz. Önce pusulaya bakınız. Doğru yönde olduğunuzdan emin olduktan sonra hızlanınız, yan yollara sapmayınız, mesajını işliyorlar.  Kitabımızın elinizdeki baskısını hazırlarken bu fikirlerden çok faydalandığımızı belirtmeliyiz.
• Zaman yönetilemez,
Yukarıdaki geniş özetlerden görüldüğü üzere zamanı kıt bir kaynak olarak ele alıp, daha verimli kullanmak için yazılan eserler genelde ne kadar hız kazanır ve kısa zamana çok iş sığdırırsak işimizde başarılı, evimizde mutlu olacağımızı ve hayattan beklediğimizi alabileceğimizi temel paradigma olarak kabul etmişlerdir. Kitaplarına "Zaman Yönetimi", "Zaman Boyutu", "Zaman Kullanma San'atı" vb isimler vermişlerdir.  "Zaman diktatörünün başının ezilmesini" konu edinenler bile vardır!(Jarrasson, 1993) 
Hangi isim altında olursa olsun, Zaman yönetiminin genellikle saatlerimizle ilgili bir şey olduğunu sanırız. Oysa saatin gösterdiği tek şey, güneşin gökyüzünün bir tarafından diğerine ne kadar sürede geçtiğidir. Bu kontrol edemediğimiz bir olaydır. İktisâdî kaynaklar gibi zamanın bir bankası yok. Ödünç alamıyoruz, biriktirip sonra kullanamıyoruz. Çok demokratik olarak herkese verilmiş, kendi düzeninde akıp gidiyor. Her gün hepimize 24 saatlik bir çek veriliyor ve bunu son saniyesine kadar harcamak zorundayız. Her gün 86.400 saniye alıyoruz, ne eksik, ne fazla. Hiç birini ilerideki bir tarihte harcamak üzere biriktiremeyiz. Bizim de her gün herkesinki kadar zamanımız var. Yoğunlaştıramadığımız, seyreltemediğimiz, tehir edemediğimiz, bir başka yere ve kişiye nakledemediğimiz için, zamanı kontrol edemeyiz ve yönetemeyiz. Bizim için önemli olan hangi olayları kontrol edebildiğimiz ve neyi yönetebildiğimizdir. İşte bu kitabın temel mesajlarından birisi budur. Zamanı yönetemeyiz. Ama ondan istifâde etmek için, kendimizi zamana göre yönetebilir, zaman katsayımızı artıracak alternatifleri seçebiliriz.
Kitâbımızdaki misâllerin çoğu iş dünyasından derlenmiştir. Bir işletme veya kurumda çalışan kimselerin ara kesitinde akıp giden bir serveti fark etmelerine ve başarı yolunda değerlendirebilmelerine yardımcı olmak üzere, kitâbımıza "Zamanı  Değerlendirmek” adını vermeyi tercîh ettik.
Zaman aslında hayatımızın her ânı ile alâkalı olduğuna göre, bir günün 24 saatini, bir haftanın yedi gününü, bir yılın elli iki haftasını ve yılları, tüm hayatımızı içine alan bir perspektifle konuya yaklaşmak gerekir. Zamanı daha iyi değerlendirmek için, kişilerin ve şirketlerin bizden 2-3 saatlik eğitim istekleri oluyor. Dostlarımıza üç saatlik bir konferans ile, hayat boyu sürecek bir disiplini kimsenin edinemeyeceğini, hiçbir "guru" nun elinde tılsımlı bir reçete bulunmadığını söylüyorum. Tıpkı üç saatlik bir kaldıraç koluyla, kırk, elli yıl, veya bir ömür uzunluğundaki dev hayat küresini kaldırmanın mümkün olamayacağı gibi. Bir konferansla ancak ufuk turu yapılabilir, bir kıvılcım verilebilir. Birkaç günlük eğitim semineriyle, bâzı anahtarlar kazandırılabilir. Zamanın bir daha geri gelmemek üzere akıp giden bir fırsat olduğunun farkına varmaları sağlanabilir. Ama bundan sonrası sâdece kişiye, onun öz iradesine kalmıştır. Bu itibarla zamanı değerlendirme şuûru hayâtın tamâmını içine almalı, herkes için olmalı, son nefese kadar sürmelidir. 
Bu kitapta bir işyerinde çalışan veya maiyetinde insan çalıştıran, çeşitli kademelerde yönetici durumunda bulunan kimselerin ihtiyaçlarını, zaman değerlendirirken karşılaştıkları zorlukları özellikle dikkate alınmıştır. Özel hayatımızda ve iş hayatımızda en çok zorlandığımız zaman yetmezliklerini, zaman israflarını ve bunların sebeplerini teşhis etmeye ve bâzı ipuçlarını sökmeye çalışacağız. Bütün arzumuz dolu dolu yaşamak, huzurlu, başarılı bir hayat sürmek için, yanlış ve doğru bâzı örnekler vererek okuyucularımızı bu konuda düşünmeye, kendilerini teşhis etmeye ve zamanı daha verimli kılacak kendi uygulamalarını bulmalarına yardımcı olabilmektir.

19. Birkaç Örnek: Bu Filmi Gördünüz mü?
---------------------------------------
• Bir başkan, bir şehir
Milyonlarca insanın yaşadığı büyük bir şehri göz önüne alalım. Şehrin çözüm bekleyen binlerce meselesi vardır. Meselâ: Nâzım imâr plânı yapılmayı, yol, ulaşım, her türlü altyapı kökten ele alınmayı, kültür sitesi projelendirilmeyi, çöpler-katı atıklar toplanmayı, hava kirlilikten arındırılmayı, gecekondu semtleri şehir kalitesine ulaşmayı, çocuklar oyun alanlarını, halk medenî bir beldede yaşamayı vs. arzu etmektedir. Şehrin meselelerini gelecek on yılların uyaracağı taleplere göre "Metropolis" bütünlüğünde ele almak, sağlıklı bir çevre ihtiyâcının giderek ön plâna çıktığı "Ekopolis" kalitesinde görmek ve önceliklerine uygun ele almak gerekmektedir. Bunlar geniş ve derin düşünmeyi, plânlamayı, yıllar sonrasının büyük hedeflerinden hiç sapmadan sabırla çalışmayı gerektiren devâsa  meselelerdir. Belde sâkinleri bunun için mahallî yöneticiler seçer, onlara güvenir.  Ama kendilerine görev tevdi edilen başkan ve yöneticiler beş yılın sonunda beş önemli işi halletmek gibi bir vizyonla, sırayla  ve sabırla el atacaklarına,  hemen alkış toplayacak kolaycı ve yüzeysel makyajlara girişirler. Kendilerini binlerce rutin işin kucağına atarak "arı gibi" çalışırlar. Bakın nasıl: Belediye Başkanı sabahleyin sokakta ters park etmiş arabaların plâkalarını alıp, zâbıta memuruna telsizle yazdırır, sonucundan kendisine bilgi verilmesini emrederek yola çıkar. Bürosuna yönelmişken yolunu kesip,  merdiven başında özel işlerini arz eden(torpil isteyen) vatandaşlara takılır(halktan kopuk yaşanmaz), sorulara ayaküstü cevaplar verir(o her şeyi bilir), taahhütlerde bulunur(alkış ve bravo sesleri).  Milyonluk şehirde kaç yüzüncü sırada olduğu bilinmeyen kırpıntılara kendini kaptırır(ne kadar meşgulüm gör!). Artık başkanın çok işi vardır. Acele etmeli, etrafa emirler yağdırmalıdır... 
Başkan asıl işinden kaçmak için ne güzel bir mâzeret bulmuştur!
• Bir işadamı,
Masasına konulmuş mektuplar ve kâğıt demetinden rast gele birisini çekip okuyarak, aceleyle  telefona sarılır(hemen yapılmalı). Her evrâkı görmek ve her detayı bilmek ister(işyerimde benden habersiz sinek bile uçmaz!). Böyle davranan işadamının geç vakitlere kadar telefonlar, ziyaretçiler ile durmadan başka mecrâlara çekildiğini, yetkisiz müdürlerin on dakikada bir gelip konularını arz ederek, patronun kararını öğrenmek istediklerini düşününüz. Günde kırk türlü işe burnunu sokan, otuz kere telefon eden, elli imza atan, yemekhaneyi denetleyip bir ayda kaybolan kaşıkların sayısını soran patron olsun, genel müdür olsun şirketi büyütme ve geliştirme işini yapabilir mi? Bugün ödenecek senetler ve iki gün sonra alınacak hammadde siparişinden ötesi gündeminde yer almayan üst yönetim vizyon geliştirebilir mi? Şirketi ayakta tutan değerleri sorgulamaya, piyasanın gelecekte alacağı yeni şekilleri ve işleyecek kuralları düşünebilir mi? Bunları başaramazlar. Ama çok(!) çalışan, hep hareketli ve terli işadamı unvanını kimseye bırakmazlar...
• Bir Okul Yöneticisi,
Bir okul yöneticisi, öğrencilerini bilgi toplumu, küreselleşme, insan hakları, demokrasi ve erdemlerle yoğuracak en iyi eğitim programına kafa yormak yerine, müteahhitlik türü, görünen işlere soyunuyor. Zihninde yeni binalar, mutfak gereçleri, çimenli bahçe edinmek vardır. Sabah hemen ek inşaatın duvarının ne kadar yükseldiğini hayranlıkla denetler(Öğrencilerin ellerinde kitap var nasıl olsa!). Öğretmenlerin kalitesi, öğrencilerin şahsiyetli ve öğrenen gençler olması gündeminde yer almaz.

• Bir memur,
İşine gitmek üzere evinden çıkıyor, gözü durakta bekleyen bir arkadaşına ilişiyor. Arabasına alıyor, ters yönde 10 km  götürüyor(ne de olsa arkadaşız). Oraya kadar gitmişken çoktandır görmediği iki dostunu daha ziyâret edip, çay içiyorlar, geçmiş günleri yâd ediyorlar. Sonra  dolambaçlı yollardan bürosuna dönüyor. Bir diğer memur işine zamanında gelmiştir. Gelirken yanında getirdiği çörekle kahvaltısını yapmaktadır(Büroya tam zamanında geldi ya, yeter!). Müdür bey sabah kahvesini beklerken odasındaki çiçeklerin bakımını yapmaktadır. Bu arada koridordan geçmekte olan arkadaşı, başını uzatıp "günaydın dostum, nasılsınız" diyerek içeri dalmış(kapısı her dem açık) müdürle akşamki maçın ne kadar heyecanlı geçtiğini "kritik etmeye" başlamışlardır. Bu arada ikinci bir kahve daha söylenmiş, muhabbet koyulaşmıştır. Sırada demokrasi, insan hakları, ülkenin kurtarılması(!) vardır...
• Çalışan bürokrat,
Bir proje üzerinde çalışırken veya bir uygulamanın sonuçlarını tetkik ederken, danışma bürosunun odasına emrivâki  olarak gönderdiği bir vatandaşın derdini dinlemek zorunda bırakılsa, buna iyi bir zamanlama diyebilir miyiz? Yetki ihtilâfına düşmüş âmirlerin gerilimlerini yumuşatmak için, aralarına girmek zorunda kalsa ve işinden sık sık kopsa, ondan başarı bekleyebilir miyiz? Bir kimsenin zamanını çalmak, israf ettirmek, işine ve programına mânî olmak, doğru bir hareket midir?
• Gençler ve askerlik,
Okumuş gençlerimiz askerlik görevlerini tecil edip, 8-10 yıl daha geç gitmek eğilimindedirler. Oysa okulu bitirdikten hemen sonra yapsalar bu onlar için zevkli ve öğretici bir dönem olur. Ama böyle yapmayıp, bir işe giriyorlar, evleniyorlar ve düzen kurup, alışıyorlar. Bir refah çizgisine oturduktan sonra, 9-18 ay askerlik göreviyle bu devamlılığı kesmek zorunda kalıyorlar. Bu gençler mezuniyetten hemen sonraki ucuz zamanı askerlikte geçireceklerine, 10 yıl sonra çok daha pahalı olan zamanlarını vererek yanlış yapıyorlar. Bendeniz kendi oğluma bu gerçeği dört yılda anlatabildim. Şimdi yıllar geçti "çok haklıymışsın baba" diyor. 

20. Ankara'dan Kesitler
-----------------------
Koç(1984, s.25) Hâtırâlarını anlattığı kitabında çalışma hayatında en affedilmeyen kusurların başında zaman israfının geldiğini söylüyor. Devlet idâresinde ve iş hayatında zamanın nasıl israf edildiğine dair tablolar çiziyor: "Devlet dâirelerinde karar mevkîinde olanlar büyük bir yük altındadır. Yük nedense hep birkaç kişinin sırtındadır. Bu zevâtın yemek ve uyku saatleri yoktur. Çalışma tarzları düzensizdir. Seçmenler, milletvekilleri, işini yaptırmak isteyen dostlar randevusuz gelip, karar mevkiinde olan zâtın zamanını sorumsuzca harcarlar, politika ve dedikodu yaparlar. "Açık kapı politikası" uygulayan veya uygulamak zorunda olan zavallı memur, dosyasını bile kapatamadan, evraktan başını kaldırır ve hatırlı ziyâretçileri dinleyip avutmakla, nabızlarına şerbet vermekle saatlerini harcar. Diğer taraftan, randevu ile gelen insanlar saatlerce beklerler, tren veya uçaklarını kaçırırlar, işlerini aksatırlar. Gece  yarılarına kadar bürosunda çalışmak zorunda kalan bu zâtın maiyyeti ve yardımcıları ise boşu boşuna, belki bir ihtiyaç hâsıl olur diye âmirleriyle büroda kalırlar. Bu tarzda çalışan yöneticiler ve yardımcıları süratle yıpranırlar, sıhhatlerini kaybederler... Başkalarının benimle olan münâsebetlerinde dikkat ettiğim noktalardan birisi, zamanı nasıl kullandıklarıdır."
• Devlet Adamı Gözüyle,
Devlet hayatımızda zaman kullanma disiplininin yerleşmediğinden yakınan değerli siyâset  ve devlet adamı Sn. İnan, Siyâsetin İçinden kitabında(s. 27) bakın ne diyor: "Devlet hayatında zaman düşüncesi, saat disiplini yerleşemedi. Siyâsî hayatta zamanın hiç yeri yok. Türkiye'de, verilen saatte başlamış bir siyâsî toplantı yoktur... Başkasının zamanı üzerinde haksız tasarrufta bulunmak, onun hayatına kısmî tecâvüzdür... Zamanı anlamadan, kullanıp, değerlendirmeden, günümüzün ekonomik ve teknolojik yarışında yer ve söz sahibi olabilmek zordur... Bana göre, MEDENÎ OLMANIN EN ÖNEMLİ KRİTERİ ÇALIŞMA DİSİPLİNİ VE ZAMANIN KULLANILMASIDIR. İnsan bekletmenin, işe geç gitmenin, zaman israf etmenin bir mârifet olmadığını söylemek ihtiyâcını duymak dahî üzücüdür. Siyâset ile zamanın arasını bulmak, buna riâyeti sağlamak şarttır." Sn. İnan(1997) vaktimizi nasıl değerlendirdiğimizi sorgulamaya devam ediyor: "Sona ermekte olan yüzyıla bakıldığında Türkiye bakımından sevinmek zordur. Dünya ile yarışmak iradesini gösteremedik, zaman harcamayı başarabildik. Adeta sıfırdan gelerek gelişme tavanına varanlara bakıldığında, onlarla aynı kürede mi yaşıyoruz suali akla geliyor. Bu asrın ortasında dahi Japonya, Güney Kore, İtalya ile aynı kalkınmışlık çizgisinde idik. II. Dünya Savaşında sıfır olan Almanya nerede, biz neredeyiz?"
Alaton(1998) aynı gerçeği şöyle ifade etmektedir "Paranın satın alamayacağı önemli unsur 'ZAMAN' dır. Ülke yönetiminde, geçmekte olan zamanın önemini idrak ederek, en az zamanda en yüksek randımanı veren sistemleri geliştirmede gecikiyoruz. 1950 yılında Türkiye'nin fert başına geliri 200 dolardı. Aynı yıl nükleer savaşta yıkılmış Japonya'nınki 130 dolar ve Japon işgalinden yeni kurtulmuş Kore'ninki sâdece 65 dolardı. Yarım asırdan az bir zamanda bırakın Japonya'yı G. Kore bile Türkiye'ye göre 21 defa daha hızlı büyüdü. Yarım asırda Portekiz ve Yunanistan'ın dörtte birine düştük. Neden aynı hızla gelişmedik? Esas sebep zihinsel zaaflarımızda yatıyor. Bizler topluluk olarak ZAMAN faktörünün önemini idrak edemiyoruz. Bunun önemini genç kuşaklara aşılayamıyoruz. Zamanı en hovardaca, en sorumsuzca harcayan milletler arasında yer alıyoruz. Bunun farkına da varmıyoruz. Zamanımızı akıllı bir şekilde kullanmayı öğrenelim. Ben bir taraftan emekliliğime hazırlanırken, kalan zamanımın kısalığı yanında, kısmen başlamış olduğum ve kısmen yapmayı öngördüğüm  işleri plânlayarak, en rasyonel çalışma metotlarını araştırıyorum. İhtiyaç duyduğum günde yedi saat uyku müddetini kısaltma veya güne bir "yirmi beşinci saat" ekleme yolunu her hâlde bulacağım. Hiçbir bedel karşılığında satın alınamayan ve geri getirilmesi imkânsız olan zamanın kıymetini gün geçtikçe daha iyi anlıyorum".
• Hükümete Dilekçe,
Mess Yönetim Kurulu Başkanı  Sn. Karakoyunlu(1999) yeni kurulan 56. Hükümete âdeta yalvarırcasına "ne olur zamanı ve öncelikleri iyi kullanın" diyor. Değerli tarihçi ve yazar Yılmaz Öztuna "Demokrasi tecrübesi yaptığımız son yarım asırda yetişen birkaç müstesna devlet adamımızın yaptıkları kifayet etmedi. Demokratik, ekonomik ve kültürel hedeflerin üçü de ufukta kaldı! Zamana hâkim olamadık. Zamana râm olduk. 90'lı yıllardaki başarılarımız, Türkiye'nin çapından küçüktür. Şimdi önümüzde yeni ve ciddi bir ümit dönemi açıldı. Aklımızı başımıza toplayabildiğimiz nispette çağa yetişmek imkânımız mevcuttur" diye zayî ettiğimiz zamana hayıflanmaktadır.
• Cumhurbaşkanının ağzından,
Sn. Demirel Cumhurbaşkanı sıfatıyla ülke meseleleri hakkında görüşlerini ifâde ederken  "Türkiye'nin zamana ihtiyâcı olduğunu" sık sık hatırlatır.  Belli ki boşa harcadığımız yıllara hayıflanmaktadır.

21. Ülkemizin Gündeminden
-------------------------
Yukarıdaki paragraflarda yer aldığı üzere zamanı israf ettiğimizin farkında olmak önemli bir tespit. Ama yetmiyor. Bakın yıllardır nelerle meşgûlüz: Çeteler, babalar, Susurluk,  Fadime Şahin, başörtüsü, sen-ben kavgası, fâili meçhûl cinâyetler ve politika gündemimizin en önündedir. Değerli karikatürist Göker 11 Şubat 2000 tarihli Türkiye Gazetesinde güllük gülistanlık bir dünyayı ve ufkumuzu örten ülke gündemimizi şöyle çizmiş: Gündem: Terör, cesetler, çeteler, cinayet, trafik canavarı, yolsuzluk, ihanet...
Peki eğitim kalitesi, insan hakları, gerçek demokrasi, teknolojik yarış, siyâsî ve ekonomik güç olmak gündemimizin neresinde?  "Devlet Ebed Müddet" misyonunun vârisleri olarak gündemimiz böyle mi olmalıydı? Binyıla  girerken dünyada neler oldu ve biz neler kaybettik?
Saydığımız bu örneklerin ortak özelliği; öz değerlere dayalı bir önceliklere sahip olmamak, vizyon eksikliği, ufuksuzluk, ilkesizlik ve âcil baskısıdır. Böyle olunca İncir çekirdeğini doldurmayan kırpıntılar gündemimize oturmakta, milletçe toz duman arasında rasgele koşuşturmaktayız. Hepimiz, bencil ve kibirli insanların kendi menfaatleri için yağladığı bir zeminde koordinatsız olarak kayıyoruz. Bu davranışların ne gibi sonuçlar doğurduğu ve hangi faturaları ödediğimiz ilerideki bölümlerde ele alınacaktır.

22. Zamanı Yanlış Kullanmanın Belirtileri
-----------------------------------------
Yakın arkadaşlarımız arasında şu tip konuşmalara sıkça şâhit oluruz: "Eve döndüğümde, kendimi tükenmiş hissediyorum. Elimde yapılacak daha bir sürü iş olduğundan, aileme zaman ayıramıyorum. Oysa benim onlara, onların bana ihtiyacımız var. Tamir edilecek  cihazlar, okunacak kitaplar,  çocuğun yardım edilecek ev ödevleri, ailece oturup konuşulacak konularımız var. Sevdiğimiz insanlarla  hoşça vakit geçiremedikten sonra,  buna yaşamak  mı denir? Üstelik, iyi bir komşu olmak, topluma katkıda bulunmak, sabah sporu yapmak, okumak, düşünmek, yazmak için de zamana ihtiyacım var. Hepsi de önemli. Her şeyi birden nasıl yapabilirim?"
En fazla dile getirilen çatışma, iş ve aile hayatıyla ilgili görevlerimiz arasındakilerdir. En fazla dile getirilen üzüntü de, ilişkilerin ve kişisel gelişmenin aksamasıdır. İnsanlar, "Ne kadar hızlı koşarsam koşayım, her gün her şeye birden yetişemiyorum. Bâzı önemli işler yapılmadan kalıyor. Hızımı ne kadar artırırsam, dengemin de o kadar bozulduğunu hissediyorum" diyorlar. 
Faktör Analizi yöntemiyle, insanların kendini geliştirme envanteri araştırılmış ve 40 faktör tespit edilmiştir(Fındıkçı, 1996, s. 217-32). Bunlardan on tanesi doğrudan zaman yönetimi ile ilgilidir. Yöneticiler, kişisel gelişmeleri için, zaman yönetimini öğrenmeyi en önemli husus olarak görmektedirler. Yöneticilerin %55'i günlük hayatlarında hangi işe ne kadar zaman ayıracakları konusunda güçlük çektiklerini, %50'i yapabilecekleri çok şey olmasına rağmen, zamanlarının yetmediğini, %46'ı da ailelerine ve çocuklarına yeterince zaman ayıramadıklarını, %42'i kendine ayıracak vakti kalmadığını, dört yöneticiden üçü(%75) özlemini duyup yapamadığı şeyler bulunduğunu ifade etmişlerdir.
Mütehassıslar cildimizdeki sivilcelere, davranışlarımızdaki bâzı belirtilere(semptomlara) bakarak, hastalığı teşhis edebiliyorlar. Zamanı yanlış kullandığımızın, verimli kılamadığımızın da birtakım belirtileri, işâretleri vardır. Meselâ kendimize ve yakın çevremize  günlük işlerimiz ve zamanımızı nasıl geçirdiğimiz hakkında sorular yöneltsek, aşağıdaki  belirtilerin çok yaygın olduğunu tespit ederiz :
- Daimâ çok zamana ihtiyâcımız vardır,
- Tam târif edemediğimiz bir boşluk ve tatminsizlik hissi içimizi kemirmektedir,
- Düşünmek, plânlamak için zaman ayrılamıyordur. İşlerimize uzun vâdeli bakmak    mümkün olamamaktadır,
- Son güne bırakarak "yumurta kapıya geldiğinde" âcil baskısıyla çalışabiliyoruzdur,
- İşler bir türlü yetiştirilememektedir,
- Koşturuyoruz, çabalıyoruz ama bir türlü sonuç alınamıyordur,
- Meseleler hep sathî olarak ortaya konulmakta, yüzeysel ele alınmaktadır,
- İşleri görüşmek ve müzâkere yapmak için yakın çevreye ayrılacak zaman bulunamamaktadır,
- İncir çekirdeğini doldurmayan işler yüzünden, önemli kararlar beş dakikalık aralarda, merdivenden inerken veya bir başka sebeple aceleye getirilerek alınmaktadır,
- Hep günlük işlerle doluyuzdur, ânlık meseleler, dırdır dinlemek, uzlaştırmak, naz çekmek, "korunmak için okşamak" öncelik almıştır,
- Bekleme salonu gün boyu çok doludur.  Bekleyenleri boğazımızı sıkmaya gelmiş düşmanlar gibi görmeye başlamışızdır,
- Görüşmelerde süre tahditlerine bir türlü uyulamamaktadır,
- Hep geçmişteki uygulamalar referans alınmaktadır,
- İnisiyatif kullanılmamakta veya kullanılamamaktadır, herkes topu başkasına atmaktadır,
- Aynı anda birden çok mesele çözülmeye çalışılmaktadır,
- Hiç bir teklif reddedilmemekte, "hayır" kelimesi kullanılmamaktadır,
- İki haftadan önce randevu verilememekte ve alınamamaktadır,
- Son anda randevu talep edilmektedir,
- Çok aceleyle veya sürüncemede bırakarak,  ya da çok geç karar alınmaktadır,
- Ailemize ve eşe dosta ayrılacak vaktimiz yoktur,
- Özel hayatımızla işimiz karışmıştır,
- İzin kullanmaya ve tatile çıkmaya vakit bulamıyoruzdur.
- Okumaya vakit bulamıyoruzdur,
- Spora, idman yapmaya zaman ayıramıyoruzdur,
- .....................
Bunlar veya benzer sivilceler(!) yüzünden yorgunluk, gevşeklik, kendine güvensizlik, korku, iç sıkıntısı, hesap verememe endişesi insanları sarmıştır. Uğraşmışız, didinmişiz ama tatmin edici bir şey yapamadan günü geçirmiş olmak duygusu içimizi yıpratmaktadır. Yıllarca çalışıp çabaladıktan sonra  "bunca zahmete değer miydi" diye geçmişini sorgulamak  ne hazin  şey!
Bu belirtilere hepimiz az veya çok âşinâyız. Kuruluşlarımızda, iş yerlerimizde de birçoğunu yaşıyoruz. Böylesi ârazların bulaştığı  kişi, kurum ve iş yerlerinin hemen harekete geçmeleri lâzımdır. Yukarıdaki soruları kendimize soralım ve karşılarına 0, 1, 2, 3 puan yazalım; 0 hiç olmuyor, 1 ara sıra oluyor, 2 sık oluyor, 3 her zaman böyle oluyor anlamına gelmektedir. Toplam puanınız ne kadar yüksek ise, rahatsızlığınız o kadar fazla demektir.
0-5 puan:  Mükemmel. İçinizle, eşinizle, işinizle barışıksınız. Huzurlu bir   hayatınız var. Başarılısınız. Bu yoldan şaşmayın.
6-24 puan: Kabul edilebilir sınırlardasınız. Ama her an stres ve huzursuzluk   riski altındasınız.
25-55 puan: Huzurlu değilsiniz. Gerilim içinde çalışıyorsunuz, bu da veriminizi,   sağlığınızı olumsuz etkiliyor.
56-72 puan: Ağır hastasınız. Âcil tedaviye ihtiyacınız var.
Kendinize beşten yukarıda not vermişseniz yapacağınız şey kitapta bildirilenleri uygulamak ve bir ân önce sıfır almaya çalışmaktır!
Yukarıdaki sivilcelerden ikisini büyüteç altına alalım. Meselâ zaman tahditlerine niçin uyulamadığını azıcık araştıralım, aşağıdaki eksikliklerimizi göreceğiz:  
- Gerçek zaman ihtiyâcımızın ne olduğunu bilmediğimizden, zaman tahminleri yanlış yapılmaktadır,
- Bir öncelik sıralamamız yoktur. Rasgele bâzı şeyler öne alınmaktadır,
- Tahmin edilmeyen şeyler, plânlanandan daha fazladır!
- İş, onu taşımaktan âciz kimselere havâle edilmiştir.
- ...............................
Hiç bir teklifin reddedilmemesini, "Hayır" kelimesinin kullanılmamasını araştıralım. Çoğu kere büyük ve güçlü, cömert görünmek için böyle yapıyoruz. Çünkü eller ne derse desin "Biz çok güçlüyüz(!). Hayır demek bize yakışmaz."  diye kendimizi kandırıyoruz. Bâzen da "Hayır" dedikten sonra zahmete, sıkıntıya girmekten korktuğumuz için veya verdiğimiz kararın mâliyetini bilmediğimizden "hayır" demeyiz.
Böylece, her sivilce(belirti) için birkaç tane açıklayıcı sebep bulunabilir. Bu açıklamalara tam katılıyorsak veya doğruluk payı olduğunu samimiyetle îtirâf edebiliyorsak dostlarım, zamanımızı daha verimli kılmak yolunda atacağımız adımlar var demektir. Her şeyden önce, kendimizi yönetir olmaya gerçekten niyetlendik demektir. Bu davranışı kutluyoruz.